29 Mayıs 2014 Perşembe

Masal Arkadaşım




Ben küçükken günler çok uzundu. Çocukluğumun bir türlü bitmek bilmemesi bundandır. Evin en küçüğü ve nice vakitler sonra çıkıp gelmiş olanı olarak epeyce yalnız bir çocuktum. Oyun arkadaşım yoktu ama masal arkadaşım vardı. Babaannem. Beni süzme yoğurdum diye seven 'babannem'.

Çocuk bedenimden az daha cüsseli, mini mini bir kadındı. Annem ona banyo yaptırdığında bornoza sarar, kucağında götürürdü odasına. İlk gençliği boyunca o minicik kadının elinden çektikleri kilitli sandıklarda, sözü açılmazdı.

Saçlarını iki yana ayırır, öyle tarardı babaannem. Kurdeleden hallice kırmızı bir kumaş parçasını üçüncü dal yapar, örerdi saçlarını. Bize gazeteden kestirdiği Ahmet Özhan fotoğrafını da gömleğinin içine yerleştirdi mi, işi tamamdı. Hacca giderken aynı uçaktaymışlar, başlarıyla selamlaşmışlar. Senelerce katlanıp sinede saklanan muhabbetin hikayesi de bu.

Gündüzleri uyumasın, durmadan anlatsın isterdim. "N'olur uyuma, babanne! N'olur konuşalım!" Konuşalım dediğim de, sen anlat, ben dinleyeyim. Benim daha anlatacak neyim var ki? Dün bonibonun kapağından yine K harfi çıkmadı. O kadar.

Yorgun bedeni kıyamazdı çocuk nazlarıma. Dizinin dibine oturturdu beni. "Az konuşalım da... önce bir daha oku. Allahümme...salli alâ." Salli, barik, ettehiyyatü. Bir de Fatiha'yı öğretmişti bana. "Ben ölünce arkamdan okursun, e mi kızım?" Yutkunsam da geçmeyen bir şey takılırdı boğazıma. "Yaa, babanne öyle deme yaa..." Ne kadar çok kaçırırsam gözlerimi, ölüm o kadar uzak ihtimal olur sanırdım.

Hepi topu dokuz yıl nasibi vardı ömrümün babaannemden, bilmiyordum. İlk vedam olacaktı, gördüğüm ilk ölü. Bilmiyordum. Bildiğim şey konuyu çabucak değiştirmekti. Taşınmaz haller içreyken yan yollara sapma maharetim hep o günlerden. "Nişanlını anlatsana bana babanne."

Omzumun ötesinde bir yere bakıp gülümserdi. Şimdilerde babamın yüzünde izini bulduğum elmacık kemikleri allaşırdı kolayca. Ben ne sormuş olursam olayım, hep aynı anıdan başlardı hikayesini anlatmaya.

"Ablamla beni evde bıraktı bir gün annem, abimi alıp gitti. Akşama kadar karda oynadım çıplak ayak, çocuk aklı... Annemin kocaya kaçtığı günden bana astım kaldı." El kapılarında, eziyetle büyümüş. Sırtına bağlanan bebekler ağlasın da, anneleri gelip alsın diye çimdiklermiş onları çocukken. "Akılları başlarına gelince dediler beni...ne dayak yedim o gün."

Otobüsten düşüp ölen muavin nişanlısından bahsederdi sonra. Birbirlerini ne çok sevdiklerinden. Dedemin ona yaptırdığı büyüden. Kırk gün yoluna divane olup, kırk yıl yüzünü görmek istemediğinden. -Ki dedem, ne büyüye bulaşacak, ne de babaannemin sevgisizliğinden dert yanacak bir adam değildi. Babaannem onun hakkında ne söylerse söylesin, üstümde emeği çoktur der, kimseye laf ettirmezdi.

İhtimaldir ki, ölmüş nişanlısı da dedemin yaptırdığı büyü gibi sadece aklında yaşadı babaannemin. Mutsuzluğuna deva bir hayal kurdu ve gözlerinde masallar arayan torununa anlattı uzun uzun. İhtimaldir ki; hiç iflah olmadı annesinin gittiği gün içinde açılan yara. Merhametini incelten, şefkatini törpüleyen bir kötürüm kalp kaldı geriye. Ancak yaşlılığın tekrar yumuşatabildiği bir kalp...

Dokuzuncu yaşımdan üç gün almıştım henüz, ölüm geldi. Daha çok var sanıyordum ben. Konuları hızlı hızlı değiştirip, gözlerimi kaçırmakla meşgulken, hiç anlamadan...öyle birden, geldi. Gerçekten yaşadıysa eğer, otobüsten düşen nişanlısının öldüğü yoldan geçip gittik babaannemin cenazesine. Beni bildiği en beyaz şeye benzetip seven babaannem, bildiğim en beyaz şeylerden de beyaz, yatıyordu avluda. Fındık serip kuruttuğumuz taşlığı öyle bir ağlamak tutmuştu ki, korktum. Allahümme...salli alâ. "Oku" demişti annem. "Babaannen arkamdan okursun derdi ya, şimdi oku." 

Emsalini daha önce görmediğim o kalabalık açıldı biz yürüdükçe. Tanımadığım yüzler içinden anneannemin yüzünü seçtim. Anneme bakıyordu. Omzuma dokundu biz yanına gidince. Üç yıl daha sefasını süreceğim, oğlundan hemen sonra, eşinden hemen önce, bir ağustos gecesinin yatsı ezanlarıyla veda edecek olan anneannemin eli omzumda, son kez baktım masal arkadaşıma.

Neden ağladığımı bilmiyordum. Ölmek, bir daha görememekti. Bir daha görememek, çok...çok özlemekti. Ben özlemek istemiyordum. Annemin ikimize de aldığı bonibonları kaseye döküp yatağının köşesinde yiyeyim, babaannem akşama saklasın, bütün torunları gelince aramızda bölüştürsün, abim gıdıklayınca nefessiz kalana kadar gülsün istiyordum.

Kalabalık bir kez daha açıldı, babaannemi bahçe kapısına doğru götürüyorlardı. Ben de arkasından yürümeye başlayınca, usulca omzumu sıktı anneannem. Durdum. Kapısını çaldıktan sonra gel demesini dahi zor beklediğim; kanepedeyse yanında, koltuktaysa tepesinde, uzanmışsa yatağının dibinde oturduğum babaannem giderken...durmaktı ölüm. O gün öğrendim.

Hiç yorum yok: