şurama geldi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şurama geldi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Haziran 2010 Pazar

Masumiyetin Kanıtlanana Kadar Suçlusun



Çocuklarımıza ilk önce kendini suçlu hissetmeyi öğretiyoruz. Onay almadıkça doğru yaptığından emin olmamasını sağlıyoruz. Böylece, var olduğunu hissetmesinin neredeyse tek yolunu onaylanmaya bağladığımız çocuğun ipleri tümüyle elimizde oluyor. Kendisi olmasına olanak tanımak, kendisini inşa etmesi yönünde yüreklendirmek yerine; istediğimiz sınırı çizip, istediğimiz şekli verebiliyoruz ona. Olmasını istediğimiz şey kılıyoruz onu. Olmasının doğru olacağını bildiğimiz .!. şey. 'Ablaya öyle denmez', 'Büyüklerle öyle konuşulmaz', 'Sokakta böyle yapılmaz'lar aşamasına geçiyoruz sonra. Onaylama gücü ablaya, büyüğe, sokaktakine geçiyor ve hayattan ne istediğini bulmak yerine, ondan ne istendiğini keşfetmeye başlıyor çocuklar.  Bir memnun etme şizofrenisini beliriyor. Ne kadar aferinin varsa o kadar varsın. Ve bu aferinlerin standart bir kriterleri de olmadığında, alt benler ortaya çıkıyor. Mahmut amcadan aferin alacak ben. Süheyla teyzenin onaylayacağı ben. Bekir abinin sırtını sıvazlayacağı ben. Ah... Tabi, Mahmut amcanın, Süheyla teyzenin huzuruda iken vereceği aferin ile Bekir abinin huzurunda vereceği aferinin de kriterleri farklı olduğundan, balatalar iyice ısınıyor. Alt benlerin de alt benleri oluşuyor.



Sıklıkla duvara tosluyor, var olmanın yolunu onaylanmak bilen çocuk/ergen. Ne olduğunu keşfetme yolcuğu çoktan unutulmuş, ne olması gerektiği ile ilgili öngörülemez törpülenmelere göğüs geriyor. Üzerine olmayan elbiseler içine tıkıştırılıyor mütemadiyen ve elbiselerden taşan yanlarından utanıyor. Olması gereken kişi olmayı beceremediğini düşündüğü kendisini suçluyor. Sonra değişiyor isimleri Mahmut'un, Süheyla'nın, Bekir'in... Öğretmen oluyor. Sevgili oluyor. Patron oluyor. Karşınıza gelen herkes biri olmanızı istiyor sizden. Kim olduğunuzla ilgili tanışıklığınızdaki kısırlık, o biri olma talebini can simidine dönüştürüyor. O'ymuş gibi oluyor ve bir şey olmanın tatminini de kendin olmak sanıyorsunuz. Ya da...




Ya da... Bir gün, bir yerde, bir şekilde, kendine has olma ihtimali ile tanışıyoruz. İthimali mümkün kılma yolunu seçersek yürümek üzere, sesler çıkmaya başlıyor çevreden. Değiştin. Sen böyle değildin. Hiç yakıştıramadım. Bunu senden beklemezdim. 'Benim istediğim değilsen hiçsin'ci mantalite, hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, iyiliğimizi düşünüyor. İyiliğimizi düşünmesini isteyip istemediğimizi düşünmüyor ama. Olmaya karar verdiğin sen, seni varlığının bir uzantısı gibi görmeye alışmış gürûhun kapsama alanından çıktıkça, çatışmalar başlıyor. O güne kadar onay mercii olmuş ana mekanizma, kendine has olmaya başlayan bireyin bağımsızlaşması sürecini varlıksal bütünlüğüne tehdit olarak algılıyor. Çünkü; seni bir uzvu gibi yönetmek, senden çok onun işine yarıyor. Seni, onaylanmadıkça var hissedemeyen bir organizma olarak programlayan sistem, onaylamakdıkça/reddetmedikçe, iktidar sürmedikçe var kalamayan bir yapıya dönüşmüş oluyor. Kendin olman, onun kendisi kalamaması anlamına geldiği için, caydırıcı mekanizmalar devreye sokuluyor. Elalem ne der? Ne emekler... Hak edecek ne yaptım? Yemedim. İçmedim. Giymedim. Süpürge saçlarım...



İhtimaldir ki, vaktiyle kuvvetle köklendirilen o en eski öğretiler, canlanmaya başlıyor bu noktada. Suçluluk. Keşke öyle demeseydim. Ne olurdu biraz ses etmeseydim. Kanlanıp canlanmaya başlıyor ana mekanizmanın suçluluk duygusu üzerinden beslenen kanalları. Yeniden, kapsanan küme olma yolunda ilerliyorsun. Kesişen küme olmak, razı olunası kuvvette bir iktidar vaad etmiyor ana sisteme. Kendini yok ederek, onu var kılmayı seçiyorsun. Çünkü kendini var kılmak, bencilce. Ayıp. Elalem ne der... Kimsenin olmadığı kuytularında bile içinin, yüzüne nişan almış bir işaret parmağı hep seni gösteriyor. Hep, senin yüzünden...

26 Nisan 2009 Pazar

başa kakmalık iyilikler koleksiyonu

rica ediyorum, ortak bir karar alalım ve iyilik, fedakarlık gibi kavramları çıkartalım hayatımızdan. çoktan öldürdüğümüz ama bir çeşit gurur vesilesi kılmak için, içlerini doldurmak suretiyle duvarlarımıza astığımız geyik kafalarına dönüştüler nasılsa, gömelim gitsin.

ne zamandır, bir gün karşılığını bekleyerek iyilik, fedakarlık yapma eğilimdeyiz bilmiyorum ama uzun zamandır olsa gerek. "mefhumların içinin boşalması ve cüretin yol haritası" adlı kutsal kitabın "iyilikler ve fedakarlıklar" bölümüne baktığımızda, bu mefhumların içlerinin boşalmaya başladığı ilk dönemlerde, insanların karşılık beklediklerini birbirlerinden sakladıkları, ancak saklı saklı bekledikleri karşılıkları elde edemediklerinde, çemkirme ihtiyaçlarını ise olmadık bir başka yerden cıngar çıkartmak suretiyle karşıladıkları tespitini görüyoruz. şimdilerde pek de kimsenin iyiliklerinin karşılıklıksız kalmasından duyduğu hayal kırıklığını saklama eğiliminde olmadığını düşünürsek, epey bir olmuş biz bu geyikleri vuralı.

bir de öyle sinsi ki insanoğlu, sözde iyilik ve fedakarlık anında, bu tam bir iyilik ve fedakarlıkmış gibi algılanmasına sebep olacak şekilde davranmaya devam ediyor. bütün sevecenliği, karşılık beklemezliği, muhattabını umursar tavırlarıyla aldatıcı bir tablo ortaya kokuyor. aldatıcı çünkü, karşısındaki insanın bundan 10 gün, olmadı 5 ay, belki de 2 sene sonra, beklediği bir şeyi gerçekleştirmediği ya da gerçekleştiremediği bir durumda ("postmodern toplum ve geyik boynuzundaki kavramlar" adlı bir diğer kutsal kitabın bildirdiğine göre, -ebilememek ve -memek arasında arasında bir fark yok geyik avcısı yeni nesil insanın gözünde. yapamadıysan da yapmamışsın demektir.) hemen döküveriyor eteğindeki taşları; ama ben onun için neler neler neler yapmıştım. kimse yoktu yanında, bir Allah kulu yüzüne bakmıyordu, ben onu adam yerine koydum.

ne yaptın abla ya, n'aptın! sen onu 'adam yerine koyarken'; "bak cicim, şimdi bana ihtiyacın var ve ben de yanındaymış gibi davranıp bu ihtiyacını karşılıyorum ama yarın öbür gün bir canımı sık, burnundan getiririm, adam olarak yaratılmışlığına pişman olursun. beklentilerimin sınırlarından bir çık -ki onları dile getirmiş olmam da gerekmiyor, zihnimden geçirdiğim ve nöronlarım arasındaki o ilk elektriksel iletinin yaşandığı an senin için de geri sayım başlar- bak bir çık, ne varsa senin için yaptığım o gün döküyorum ortaya. bizde böyle, işine gelirse kabul et ve iyilik takma adlı çok başlıklı torpidomu ateşleyeyim, istemiyorsa bırakayım seni kendi sefil ihtiyaçlarında boğul." dedin mi garibe... demedin. bir şefkat, bir merhamet timsali gibi dikildin yanında ve bir tefeci gibi kaç katını alabileceğini kaydettin zihnindeki "iyilik ve fedakarlık faizi" adlı gizli bölmeye. en baştan şu anlaşmayı yapsan içim yanmaz zira, bir insan bir tefeciye gittiğinde, bir tefeciye gittiğini biliyordur ve karşısında oturan adamın muhtemelen ilk fırsatta kanını iliğini emecek (not in a good way ;) ) bir organizma olduğundan haberdardır. ama sen pamuk prensesin üvey annesi gibi bütün cadı tırnaklarını balo elbiselerinin altına sakladın ve sözde iyiliklerinin muhattabını savunmasız bıraktın. şimdi kahrol ah ben ne iyi insandım da kıymetimi bilen yok meyhanesinde. sıradaki şarkı da benden sana gelsin.

bunun bir başka versiyonu da 'yemedim yedirdim, içmedim içirdim, saçımı süpürge ettim'dir. e gözümün bebeği anne, hepsini yedirmeyip biraz da sen yeseydin, e biraz da bölüşüp içseydiniz de çocuğun olur olmaz semirmek yerine sağlıklı bir anne-evlat ilişkisine sahip olsaydı ya... sanki bir tek sen yedirdin, içirdin çocuğunu da bugün başına kakıyorsun. hem süpürge dediğin 1-2 lira bir şey. saçlarına kıymayaydın da sonra uzakdoğunun okyanus özlerini içeren bal serpintili badem esintili şampuanlarına bir servet yatırmayaydın ya... bak tefeci olacağım diye kendi ekonomini ziyan ettin, yazık.

efenim diyeceğim o ki, bir gün, hangi şartlar altında olursa olsun, içinize oturacağını düşünüyorsanız o iyiliklerin, yapmayın gözünüzü seveyim. eğer bir kâr hanesi varsa karşılarında, bir beklenti doğuruyorsa içinizde göze aldığınız fedakarlıklar, rica ederim, yapmayın. bırakın insanlar sizi o an duyarsız ya da umursamaz bulsunlar, bu yarın öbür gün bir şahinin pençesinde, hem de şahinler halkının sıradan bir üyesinin değil, tefeciler sınıfından bir şahinin pençesinde, çekecekleri acıdan çok daha rahat atlatılabilir. siz de içinizdeki tefeciyle tanışmamış olursunuz. iki kere rafine...