26 Şubat 2012 Pazar

Yaratıcı Yazarlık Kursu - Hikaye II - İlk Yaz












İlk Yaz



Onu ilk gördüğümde sekiz yaşındaydım. Kalbimi kırdığında on bir.

Bodur meyve ağaçlarına tırmanır, mevsimin ilk meyvelerini toplardı alelacele. Hasan amca yakalarsa yandık. En güzelleri de hep onun ağaçlarda olurdu. Eteğimi iki ucundan tutup sepet yapardım içine atsın diye. Birini mutlaka başıma atardı. Yanlışlıkla. Ağzı öyle derdi ya, kahkahası başka. Meyveleri oracığa döküp kaçmak gelirdi içimden. Ama o bulurdu bir yolunu yüreğimi hoplatmanın. Bırakırdı dallara tutunmayı, düştü düşecek.  “Valla bak, valla yanlışlıkla!” İnanırdım hep ona. Nasıl inanmazsın ki. Kalemtıraşımı unuturum, o verir. Portakalını ikiye böler üçüncü teneffüs, bayrak direğinin orda yeriz. Bir bakmışsın misket kadar bir kâğıt düşmüş önüme dersin ortasında. “Ahmet’in abisi uçurtma uçuracakmış şelalenin orada öğlen. Gidelim mi?”

Giderdik. Beş -altı çocuk. Uçurtma yükseldikçe içimiz kanatlanırdı sanki. Sırayla verirlerdi bize de ipi bazen. Ona sıra gelince kısacık tutar, hemen bana verirdi. Bilirdi ne kadar severdim uçurtma kaçsın ben tutayım. O uçsun ben peşinden koşayım. Kovalardı kahkahası beni. Gülüşüm yüzüme büyük gelirdi.

Ne zaman meydandaki çınarın altında oturup çekirdek yesek, köye taşındıkları sene kırdığım tel arabasından söz açardı. Babası sonra bir tane daha yapmıştı ama illa o araba. Bilirdi ya üzülürdüm, hep onun için. “Ya…. Ali ya!” Baktı ki asılıyor suratım, omzuma vururdu omzunu. “Şaka bak, valla şaka.” Hep gülmeyeceğim öyle kolaycacık derdim içimden ama dinleyen kim. Bir bakmışsın, yüzüm gözüm gülücük.

Koyuna giderdik bazen. Ben yorulurdum vadi boyu yürümekten, o koşardı da ter bile dökmezdi. Bir cebine tuzluk koyardı, öbürüne beş tane badem. Üçü benim, ikisi onun. İçimiz yandıkça yerdik. Elinde bir sırık, dönerdi etrafında kuzuların. Sanki vuracak. Sanki doğduğu gün annesi ona vermemiş o kuzuyu. Sanki kucağında kuzu, iki evin arasındaki çit boyu koşup adımı bağırmamış. “Bak, Sare! Bak!”  

Adımı bağırdığında iyiydi de, ilkokulu bitirdiğimiz yaz çok kötü bağırdı Salih’e. Ben dedim ki “Çiçek ne güzel.” Çeşmenin orada duruyorduk öyle. Çalı topluyordu herkes ilerideki ağaçlıkta, ateş yakıp mısır közleyecektik. Salih de benim yanımda. Yandaki çimenlerin üstünde bir çiçek gördüm. Ama nasıl güzel. Sarı yaprakları böyle kadife gibi. Dedim “Çiçek ne güzel.” Salih de kopardı, bana verdi. “Senin olsun.” dedi. Nerden çıktı Ali, anlamadım. Bir bağırış kopardı, “Salih!” diye. Baktım geliyor, atmış çalıları bir yana.  Uzun bacaklarını aça aça yürüdü mü kimse yetişemezdi ona. Bir solukta yanımızda bitiverdi. “Niye yardım etmiyorsun sen?” dedi ama bağırıyor. Eliyle de itti galiba Salih’i. Tam göremedim, Ali önümdeydi. Ama bir adım geri attı Salih. Sanki düşecekmiş de toparlamış gibi. “Toplayamadın mı iki tane dalı, ne var?” dedi. Bu sefer gördüm, iki eliyle birden itti Ali. Ben tutuyorum kolundan “Ali yapma, Ali!” Ama ne fayda. Yere düştü Salih. Başını da yerde bir taşa çarptı. Kan görünce korktum ben. Ama Salih korkmadı. Bir hamlede ayağa kalkıp Ali’nin üstüne atladı. Birlikte düştüler yere bu sefer. Toz toprak havalandı onlar boğuşurken. Yakup amca koştu kahveden, sonra birkaç kişi daha. Ayırdılar bunları. İkisi de soluk soluğa. Ne olup bittiğini anlamaya çalışırken herkes, kollarını silkeleyip kurtuldu Ali onu zapt edenlerden. Evin yoluna doğru yürümeye başladı hızlı hızlı. Koştum arkasından, “Ali.” dedim. “Ali!” Öyle hızlı gidiyordu ki, nefessiz kaldım yetişeceğim diye.  “Ali dur, Ali.” Durmadı. Kızdım ben de, ne vardı şimdi kavga çıkaracak. İki çalı toplanacaktı. Bana söylese ben de yardım ederdim. Hem Ali hiç kaçmazdı ki işten. Neydi bu şimdi? Bıraktım arkasından koşmayı. Duydu beni, istese yavaşlardı. Yolun dibinden seyrettim bayırı çabucak tırmanışını. Yarın sorarım ona ben, dedim içimden.

Yarın soramadım ama. Koyuna gidiyordu, gördüm. Kırık çitin üstünden atlayıp yola geçtim, “Ben de geleyim mi?” Elindeki sırığı toprağa sürüyordu, “Yok, gelme.” dedi. Ne başını kaldırdı, ne durdu. “Uzak çayıra gideceğim. Yorulursun.” Gitmedim ben. Ama cebinde kaç badem vardı, merak ettim. Ertesi akşam çekirdek doldurdum mendile, çınarın oraya gittim. Yoktu Ali. O yaz hiç meyve yemedim. Uçurtmaları evin oradaki tepenin üstünden seyrettim ama şelaleye inmedim.

Yaz sonuna doğru bir gün, çeşmenin orada gördüm Ali’yi. Yine selam vermeden geçer sandım ama geçmedi. Elleri cebinde durdu biraz ötede. Kaldırmadı gözlerini. “Ankara’da okullar…Dayım dedi... Daha iyi burada, gel  burada oku, dedi.” Elim titredi, tutamadım maşrapayı. Yere bıraktım. Başımı kaldırsam ağlayacaktım. “İyi,” dedim. “Okumak güzel.”  Ayakkabısının ucunu çeşmenin taşına sürttü birkaç kez. “Öyle. Okumak güzel.” Gözümün ucuyla baktım, daha bir şey diyecek mi? “Şaka bak, valla şaka,” desin istedim. Ama demedi. Elini çıkardı cebinden, bana uzattı. Mendile sarılı bir şey koydu avucuma, sonra dönüp yürümeye başladı. Düğümü çözüp açtım mendili. İçindekiler yere dağıldı. Yeni toplanmış incirler, sütü sapından damlıyor. Ali’ye baktım, Ali bayırı yarılamış, çabucak tırmanıyor. Koştum arkasından, “Ali.” dedim “Ali!” Durmadı. “Ali!” Duydu beni ama durmadı Ali. 

15 Şubat 2012
K.










fotoğraf :“Museum in ruins” in Elvas (Portugal). Artwork by Alexandre Farto aka Vhils and MaisMenos.

Hiç yorum yok: