İlk Yaz
Onu ilk gördüğümde sekiz
yaşındaydım. Kalbimi kırdığında on bir.
Bodur meyve ağaçlarına tırmanır,
mevsimin ilk meyvelerini toplardı alelacele. Hasan amca yakalarsa yandık. En
güzelleri de hep onun ağaçlarda olurdu. Eteğimi iki ucundan tutup sepet
yapardım içine atsın diye. Birini mutlaka başıma atardı. Yanlışlıkla. Ağzı öyle
derdi ya, kahkahası başka. Meyveleri oracığa döküp kaçmak gelirdi içimden. Ama
o bulurdu bir yolunu yüreğimi hoplatmanın. Bırakırdı dallara tutunmayı, düştü
düşecek. “Valla bak, valla yanlışlıkla!”
İnanırdım hep ona. Nasıl inanmazsın ki. Kalemtıraşımı unuturum, o verir. Portakalını
ikiye böler üçüncü teneffüs, bayrak direğinin orda yeriz. Bir bakmışsın misket
kadar bir kâğıt düşmüş önüme dersin ortasında. “Ahmet’in abisi uçurtma
uçuracakmış şelalenin orada öğlen. Gidelim mi?”
Giderdik. Beş -altı çocuk. Uçurtma
yükseldikçe içimiz kanatlanırdı sanki. Sırayla verirlerdi bize de ipi bazen. Ona
sıra gelince kısacık tutar, hemen bana verirdi. Bilirdi ne kadar severdim
uçurtma kaçsın ben tutayım. O uçsun ben peşinden koşayım. Kovalardı kahkahası
beni. Gülüşüm yüzüme büyük gelirdi.
Ne zaman meydandaki çınarın
altında oturup çekirdek yesek, köye taşındıkları sene kırdığım tel arabasından söz
açardı. Babası sonra bir tane daha yapmıştı ama illa o araba. Bilirdi ya
üzülürdüm, hep onun için. “Ya…. Ali ya!” Baktı ki asılıyor suratım, omzuma
vururdu omzunu. “Şaka bak, valla şaka.” Hep gülmeyeceğim öyle kolaycacık derdim
içimden ama dinleyen kim. Bir bakmışsın, yüzüm gözüm gülücük.
Koyuna giderdik bazen. Ben
yorulurdum vadi boyu yürümekten, o koşardı da ter bile dökmezdi. Bir cebine
tuzluk koyardı, öbürüne beş tane badem. Üçü benim, ikisi onun. İçimiz yandıkça
yerdik. Elinde bir sırık, dönerdi etrafında kuzuların. Sanki vuracak. Sanki doğduğu
gün annesi ona vermemiş o kuzuyu. Sanki kucağında kuzu, iki evin arasındaki çit
boyu koşup adımı bağırmamış. “Bak, Sare! Bak!”
Adımı bağırdığında iyiydi de, ilkokulu
bitirdiğimiz yaz çok kötü bağırdı Salih’e. Ben dedim ki “Çiçek ne güzel.”
Çeşmenin orada duruyorduk öyle. Çalı topluyordu herkes ilerideki ağaçlıkta,
ateş yakıp mısır közleyecektik. Salih de benim yanımda. Yandaki çimenlerin üstünde
bir çiçek gördüm. Ama nasıl güzel. Sarı yaprakları böyle kadife gibi. Dedim
“Çiçek ne güzel.” Salih de kopardı, bana verdi. “Senin olsun.” dedi. Nerden
çıktı Ali, anlamadım. Bir bağırış kopardı, “Salih!” diye. Baktım geliyor, atmış
çalıları bir yana. Uzun bacaklarını aça
aça yürüdü mü kimse yetişemezdi ona. Bir solukta yanımızda bitiverdi. “Niye yardım
etmiyorsun sen?” dedi ama bağırıyor. Eliyle de itti galiba Salih’i. Tam
göremedim, Ali önümdeydi. Ama bir adım geri attı Salih. Sanki düşecekmiş de
toparlamış gibi. “Toplayamadın mı iki tane dalı, ne var?” dedi. Bu sefer gördüm,
iki eliyle birden itti Ali. Ben tutuyorum kolundan “Ali yapma, Ali!” Ama ne
fayda. Yere düştü Salih. Başını da yerde bir taşa çarptı. Kan görünce korktum
ben. Ama Salih korkmadı. Bir hamlede ayağa kalkıp Ali’nin üstüne atladı.
Birlikte düştüler yere bu sefer. Toz toprak havalandı onlar boğuşurken. Yakup
amca koştu kahveden, sonra birkaç kişi daha. Ayırdılar bunları. İkisi de soluk soluğa.
Ne olup bittiğini anlamaya çalışırken herkes, kollarını silkeleyip kurtuldu Ali
onu zapt edenlerden. Evin yoluna doğru yürümeye başladı hızlı hızlı. Koştum
arkasından, “Ali.” dedim. “Ali!” Öyle hızlı gidiyordu ki, nefessiz kaldım
yetişeceğim diye. “Ali dur, Ali.”
Durmadı. Kızdım ben de, ne vardı şimdi kavga çıkaracak. İki çalı toplanacaktı.
Bana söylese ben de yardım ederdim. Hem Ali hiç kaçmazdı ki işten. Neydi bu şimdi? Bıraktım
arkasından koşmayı. Duydu beni, istese yavaşlardı. Yolun dibinden seyrettim
bayırı çabucak tırmanışını. Yarın sorarım ona ben, dedim içimden.
Yarın soramadım ama. Koyuna
gidiyordu, gördüm. Kırık çitin üstünden atlayıp yola geçtim, “Ben de geleyim
mi?” Elindeki sırığı toprağa sürüyordu, “Yok, gelme.” dedi. Ne başını kaldırdı, ne
durdu. “Uzak çayıra gideceğim. Yorulursun.” Gitmedim ben. Ama cebinde kaç badem
vardı, merak ettim. Ertesi akşam çekirdek doldurdum mendile, çınarın oraya
gittim. Yoktu Ali. O yaz hiç meyve yemedim. Uçurtmaları evin oradaki tepenin
üstünden seyrettim ama şelaleye inmedim.
Yaz sonuna doğru bir gün,
çeşmenin orada gördüm Ali’yi. Yine selam vermeden geçer sandım ama geçmedi.
Elleri cebinde durdu biraz ötede. Kaldırmadı gözlerini. “Ankara’da
okullar…Dayım dedi... Daha iyi burada, gel burada oku, dedi.” Elim titredi, tutamadım
maşrapayı. Yere bıraktım. Başımı
kaldırsam ağlayacaktım. “İyi,” dedim. “Okumak güzel.” Ayakkabısının ucunu çeşmenin taşına sürttü
birkaç kez. “Öyle. Okumak güzel.” Gözümün ucuyla baktım, daha bir şey diyecek
mi? “Şaka bak, valla şaka,” desin istedim. Ama demedi. Elini çıkardı cebinden, bana
uzattı. Mendile sarılı bir şey koydu avucuma, sonra dönüp yürümeye başladı. Düğümü
çözüp açtım mendili. İçindekiler yere dağıldı. Yeni toplanmış incirler, sütü
sapından damlıyor. Ali’ye baktım, Ali bayırı yarılamış, çabucak tırmanıyor. Koştum
arkasından, “Ali.” dedim “Ali!” Durmadı. “Ali!” Duydu beni ama durmadı Ali.
15 Şubat 2012
K.
fotoğraf :“Museum in ruins” in Elvas (Portugal). Artwork by Alexandre Farto aka Vhils and MaisMenos.
fotoğraf :“Museum in ruins” in Elvas (Portugal). Artwork by Alexandre Farto aka Vhils and MaisMenos.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder