27 Haziran 2010 Pazar

Zaman hep dar. Ben hep atıl.


Sulamadığım çiçeklerim var. Ölmelerinden çok korkuyorum. Birgün boş saksılara bakıp ağlamaktan... Zamanı geri istemekten... Zaman benimken yapmadıklarımın pişmanlığını taşımaktan...
Kendimden nefret etmekten...

Zaman hep dar. Ben hep az.

19 Haziran 2010 Cumartesi

16 Haziran 2010 Çarşamba

Al Kil Hö


Şimdi... Müziğin insan ruhu üzerindeki etkileri ve ruhun gıdalığı üzerine döktürmek de mümkün tabi ama... Çekemeyeceğim döktürmelerimi. Kısaca, that bleach-blond girl olmasaydı, ki biz ona kısaca bitch blond girl de diyebiliriz, sahip olabileceği hayata ve hayal müstakbeli kayınvalidesinin please, can you make some beautiful babies ricası üzerine dünyaya gelecek Tom ve Japonya doğumlu Susan'a hasta oldum. Bir de tabi, that bleach-blond girl'ün estetik ameliyatlarını ödeyecek full of money model Brandon var. O ayrı... Soko. I'll Kill Her


14 Haziran 2010 Pazartesi

eleştirmen kişilikler enstitüsü


fark ettim ki, bir insanın başkalarına yaptığı eleştirilerden, o kişinin kendisiyle ilişkisine dair enteresan bilgilere sahip olunabilir. dışarıdan gözümüze batanının muhtemelen içimize batan bir karşılığı var.

yeniden inanmak için


XVII

I do not love you as if you were salt-rose, or topaz,

or the arrow of carnations the fire shoots off.

I love you as certain dark things are to be loved,

in secret, between the shadow and the soul.

I love you as the plant that never blooms

but carries in itself the light of hidden flowers;

thanks to your love a certain solid fragrance,

risen from the earth, lives darkly in my body.

I love you without knowing how, or when, or from where.

I love you straightforwardly, without complexities or pride;

so I love you because I know no other way

than this: where I does not exist, nor you,

so close that your hand on my chest is my hand,

so close that your eyes close as I fall asleep.


Pablo Neruda

10 Haziran 2010 Perşembe

bir artı bir



hazirandan kalma bir gece
geceden kalma bir düş
düşten kalma bir bulut
buluttan kalma bir damla
damladan kalma bir dünya
olsam...

o haziran gecesi toprakları ıslayan bir çisil yağmur olsam...

o çisil yağmura toprak...

o toprağa bahar...

o bahara aşk...

o aşka kurban...

o kurbana ismail..

o ismail'e zemzem...

o zemzeme pınar...

o pınara menevşe...

o menevşeye kök...

o köke cansuyu...

o cansuyuna can...

v.yaka

stephan

9 Haziran 2010 Çarşamba

rüya görmek tehlikeli ve yasaktır



ne güzel bir yalansın. inanmak istiyorum sana. geçmiş inanmışlıklarım olmasa, kanardım. kanamış olmasaydım vaktiyle, ilk sana kanardım. dünyanın merkeziyim. 23°27' benim eserim. hayat güzel. yeşil daha yeşil. mavi daha deniz. gök daha bulut sanırdım. güldüğünde sen, yer üstünde acı çeken kimse kalmıyor. inanırdım.

bir evin, bir köşesinde, bir kadın. iki kolunu sarmış bedenine. iki büklüm. kendini bir arada tutmaya çalışır gibi. ağlamıyor. artık. hiç. üzülmek. olmuyor.iki kanadını birden açtığı pencerelerde, rüzgar olup saçlarından geçiyor sabahlar. çivit mavisi panjurların gölgesi patiskalar üzerine ne güzel de vuruyor. ateş üstünde çaydanlık. ateş kırmızı. dudaklarda buhar oluyor ıslıklar. dudaklar kırmızı. masa etrafında dört sandalye. masa kare. iki tabak. beyaz. yuvarlak. kapı eşiğine yaslı 'günaydın'. taze yıkanmış yüz. serin, ferah, huzur. emniyet. iki el, kendini kollarıyla sardığı yerde. kendisinin olmayan iki el. kulağında fısıltı, boynunda nefes; 'iyi uyudun mu?' 'uyudum' diyen gülümseyiş. emniyete bırakılan beden.

iyi uyudum... öyle iyi uyudum ki, bir rüya gördüm. geri döneceğini bildiğim akşamlara uğurluyormuşum seni. kapının aralığında gözlerim. korkmuyorlarmış. bilmek varmış. geleceğini bilmek. bilmenin yüzünü kara çıkartmıyormuşsun. inanmak ahmaklık değilmiş.

sonra uyandım. kollarımı etrafıma sardım. uzadı ve kısaldı gölgeler. ben aynı kaldım.


6 Haziran 2010 Pazar

Masumiyetin Kanıtlanana Kadar Suçlusun



Çocuklarımıza ilk önce kendini suçlu hissetmeyi öğretiyoruz. Onay almadıkça doğru yaptığından emin olmamasını sağlıyoruz. Böylece, var olduğunu hissetmesinin neredeyse tek yolunu onaylanmaya bağladığımız çocuğun ipleri tümüyle elimizde oluyor. Kendisi olmasına olanak tanımak, kendisini inşa etmesi yönünde yüreklendirmek yerine; istediğimiz sınırı çizip, istediğimiz şekli verebiliyoruz ona. Olmasını istediğimiz şey kılıyoruz onu. Olmasının doğru olacağını bildiğimiz .!. şey. 'Ablaya öyle denmez', 'Büyüklerle öyle konuşulmaz', 'Sokakta böyle yapılmaz'lar aşamasına geçiyoruz sonra. Onaylama gücü ablaya, büyüğe, sokaktakine geçiyor ve hayattan ne istediğini bulmak yerine, ondan ne istendiğini keşfetmeye başlıyor çocuklar.  Bir memnun etme şizofrenisini beliriyor. Ne kadar aferinin varsa o kadar varsın. Ve bu aferinlerin standart bir kriterleri de olmadığında, alt benler ortaya çıkıyor. Mahmut amcadan aferin alacak ben. Süheyla teyzenin onaylayacağı ben. Bekir abinin sırtını sıvazlayacağı ben. Ah... Tabi, Mahmut amcanın, Süheyla teyzenin huzuruda iken vereceği aferin ile Bekir abinin huzurunda vereceği aferinin de kriterleri farklı olduğundan, balatalar iyice ısınıyor. Alt benlerin de alt benleri oluşuyor.



Sıklıkla duvara tosluyor, var olmanın yolunu onaylanmak bilen çocuk/ergen. Ne olduğunu keşfetme yolcuğu çoktan unutulmuş, ne olması gerektiği ile ilgili öngörülemez törpülenmelere göğüs geriyor. Üzerine olmayan elbiseler içine tıkıştırılıyor mütemadiyen ve elbiselerden taşan yanlarından utanıyor. Olması gereken kişi olmayı beceremediğini düşündüğü kendisini suçluyor. Sonra değişiyor isimleri Mahmut'un, Süheyla'nın, Bekir'in... Öğretmen oluyor. Sevgili oluyor. Patron oluyor. Karşınıza gelen herkes biri olmanızı istiyor sizden. Kim olduğunuzla ilgili tanışıklığınızdaki kısırlık, o biri olma talebini can simidine dönüştürüyor. O'ymuş gibi oluyor ve bir şey olmanın tatminini de kendin olmak sanıyorsunuz. Ya da...




Ya da... Bir gün, bir yerde, bir şekilde, kendine has olma ihtimali ile tanışıyoruz. İthimali mümkün kılma yolunu seçersek yürümek üzere, sesler çıkmaya başlıyor çevreden. Değiştin. Sen böyle değildin. Hiç yakıştıramadım. Bunu senden beklemezdim. 'Benim istediğim değilsen hiçsin'ci mantalite, hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, iyiliğimizi düşünüyor. İyiliğimizi düşünmesini isteyip istemediğimizi düşünmüyor ama. Olmaya karar verdiğin sen, seni varlığının bir uzantısı gibi görmeye alışmış gürûhun kapsama alanından çıktıkça, çatışmalar başlıyor. O güne kadar onay mercii olmuş ana mekanizma, kendine has olmaya başlayan bireyin bağımsızlaşması sürecini varlıksal bütünlüğüne tehdit olarak algılıyor. Çünkü; seni bir uzvu gibi yönetmek, senden çok onun işine yarıyor. Seni, onaylanmadıkça var hissedemeyen bir organizma olarak programlayan sistem, onaylamakdıkça/reddetmedikçe, iktidar sürmedikçe var kalamayan bir yapıya dönüşmüş oluyor. Kendin olman, onun kendisi kalamaması anlamına geldiği için, caydırıcı mekanizmalar devreye sokuluyor. Elalem ne der? Ne emekler... Hak edecek ne yaptım? Yemedim. İçmedim. Giymedim. Süpürge saçlarım...



İhtimaldir ki, vaktiyle kuvvetle köklendirilen o en eski öğretiler, canlanmaya başlıyor bu noktada. Suçluluk. Keşke öyle demeseydim. Ne olurdu biraz ses etmeseydim. Kanlanıp canlanmaya başlıyor ana mekanizmanın suçluluk duygusu üzerinden beslenen kanalları. Yeniden, kapsanan küme olma yolunda ilerliyorsun. Kesişen küme olmak, razı olunası kuvvette bir iktidar vaad etmiyor ana sisteme. Kendini yok ederek, onu var kılmayı seçiyorsun. Çünkü kendini var kılmak, bencilce. Ayıp. Elalem ne der... Kimsenin olmadığı kuytularında bile içinin, yüzüne nişan almış bir işaret parmağı hep seni gösteriyor. Hep, senin yüzünden...

5 Haziran 2010 Cumartesi

benim canım...


Bugün olmadığın o kişiye yazılan mektupları çift rakamlı yıllar sonra dönüp okumak... Detayların neye işaret ettiğini hala hatırlamak... Aynı esprilere, aynı hazla gülmek... Sıradışı.
Dününün temel direğinin yerinde esen yellerde savrulurken saçları bugünün, zamanın içinden çekip alma isteği o günkü seni ve onu, kuvvetli.
Mümkünü olmadığını bilmek... Ne elinin değdiğinin, ne değen elinin aynı olmadığını bilmek... Hayal kırıklığına gebe.
Bugünkü beni tanısaydı o günkü o, severdi belki fikri, ince kesikli çizik.
Yol üzerindeyken hangi dönemeçte kaybettik birbirimizi? Ben mi daha çok hata yaptım, o mu? Neyi başka yapsaydım farklı olurdu?
Boşuna...
Sahip olamayacağın bir şeyi özleme çaresizliğinin üstüne, bir vakit sahip olabilmiş lakin sahip kalmayı bilememişliğin ıstırabı eklenince, yürek...mektup ucu gibi. yanık.


Hayatımın şahid olunası kelimelerinin şahidi... Bilsem ki bugünün benini alıp gelsem bugünün senine, geçmişin bizinden iz buluruz diye... Gelirdim. Ama biliyorum ki hayat, inançlarımızı azalttı. Hatırlamıyoruz artık birbirmiz için ne olduğumuzu. Hayatı aleyhimize sanırken yan yana durmanın ne demek olduğunu, bilmiyoruz artık. İntikam almayı, ben meftunluğunu, kini öğrendik. Kelimeler birbirimiz için keskin artık. Kınlarında kalmaları daha iyi. Hiç değilse hatırası kalsın bir vakitler güzel olanın.

4 Haziran 2010 Cuma

this is me not caring

Geçenlerde fark ettim ki; bana sorulan sorulara iki farklı cevabı var zihnimin. Biri otomatik. Ben, bugünkü ben olarak ne yapardım. Biri de düz. Ben, başka bir hayatta, dümdüz ben olsaydım ne yapardım. Acıdı tabi biraz. Zira tek bir hayat var, onu da olduğundan emin olmadığın birinin cevaplarına göre geçirmek, fena. Gözünü sevdiğimin inkar mekanizması sardı yaralarımı hemen. Kuvvetine yandığım. İdrak öncesi gibiyim, gıcır. Da... Arada böyle. Geliyor bazen... Fuck it diye. Bu öyle biraz. O zaman. Haydi buyrun, hep birlikte...