28 Haziran 2015 Pazar




İlkokula başladığım yıl… Her akşam babamla TRT'deki haberleri seyrediyoruz. Babam televizyonun tam karşısına denk gelen kanepe köşesine koyduğu kırlente, ben de göbeğine yaslanıyorum. Manzaram kafasının sağ tarafında beliren parti logoları eşliğinde akşam haberlerini sunan spiker ve terliklerimiz. Tabi ki tercihimi terliklerden yana kullanıyorum, çünkü babamla aramızdaki bağı temsil ediyorlar.
Evde herkes birbirinin terliğini giyiyor ama babamın terliklerini sadece babam giyebilir. Üç abi ve sıfır akran nüfus sayesinde benim terliklerimi de sadece ben. Babamın ceyolarının aynısından alması için anneme yalvararak bu bağı gizlice kuvvetlendirdim. Eczaneye sipariş verip getirtmek zorunda kaldık; çünkü ben kırmızı istemiyordum, siyah istemiyordum, lacivert bile istemiyordum. Taba rengi olması lazım ki; sadece sağ adımlarımızı biraz açık atışımız değil, terliklerimiz de bir olsun.
Haberler hep uykumu getiriyor aslında ama babamın kolunun altına girip terliklerimizi seyretmek önemli. Onun gibi bacak bacak üstüne atıp ayaklarımızı yan yana getirmeye çalışsam da olmuyor, boyum kısa. Süt içersem uzayacak güya da içip gelsem bile ayaklarım hiç yetişmiyor. İnsanların da ağaçlar gibi yavaş büyüdüğünü biliyorum aslında. Bahçeye kiraz ve incir fidanı diktiğimiz gün “Aralarına salıncak kurulacak kadar büyürler mi haftaya?” diye sorduğumda anlatmıştı babam. Gülmesi bitince tabi.
Ayaklarım yine yetişmeyince gerneşir gibi yapıp denk getirmeye çalışıyorum ceyolarımızı. Yavaş yavaş kaykılmaya başlayınca ben babam anlıyor sanki, ayağını ayağıma yaklaştırmasından şüpheleniyorum. Çaktırmadan bıyıklarını kontrol ediyorum altından gülüyor mu diye, bir gün artık simsiyah olmayacakları hiç aklıma gelmiyor. Bıyıkları gülse de gözlerini televizyondan ayırmayınca babam, ben de karnından gelen sesleri dinlemeye koyuluyorum.
Yanında otururken hiçbir şey duymadığım halde kulağımı karnına yaslayınca bütün ihtişamlarıyla ortaya çıkan bu sesler kadar ilginç pek az şey var hayatta. Kabarcık sesleri, su içinde dolaşan homurtular... Başımı denize soktuğumda duyduğum seslere benziyorlar biraz. Kulağımı birkaç kez kaldırıp geri yaslıyorum. Yok, var. Yok, var. Yok ve varlar. Bir defasında babama bahsetmiştim o seslerden de “Karnımın içinde inşaat var benim.” demişti. Gülmüştüm ama sindirim sistemi nedir biliyorum aslında. Az önce yediğimiz akşam yemeğini öğüten, elleri tokmalı minik adamlar ve bir değirmen var işin içinde. Çünkü öğütmek bir yemekler için, bir de değirmenlerden bahsedilirken kullanılan bir kelime. Midemizin küçük bir değirmen olduğunu da oradan biliyorum.
Değirmenin sesini dinlerken parti logolarını seyretmeye başlıyorum. En çok petek seklindeki Türkiye ve üzerindeki arıyı seviyorum. Arıyı o kadar da sevmiyorum aslında biraz büyük ama spiker ne zaman Özal’ın son demecinden bahsetse babam daha dikkatli dinliyor. Ben de onun memnuniyet ve memnuniyetsizlik belirtilerini takip edip benzer tepkiler veriyorum, o zaman daha çok gülüyor babam.
Geçenlerde en yakın arkadaşıma babamın İnonu hakkında yaptığı şakayı anlattığım için başım derde girdi. Okulda olanları duyunca elmacık kemikleri kızardı babamın biraz, sanırım pişman oldu yaptığı şakadan ama ben çok gülmüştüm, çok komikti aslında. Bence Başak şakayı anlamadığı için üzüldü. “Evde konuşulan her şey dışarıda anlatılmaz.” dedi babam ama hangi her şeyin anlatılmayacağını söylemedi. Komik olmak için bile pek risk almıyorum artık.
Arıya, kuşa, ata, yapraklara bakarken soru bulmaya çalışıyorum babama sormak için. Spiker önündeki sayfayı masasının okunmuş haberler tarafına koyarken sorarsam babam daha uzun cevap veriyor. Logoların değişmesi bir sonraki habere geçildiği anlamına geliyor ve bu arada konuşmak için biraz daha zaman oluyor.
İcraatin İçinden varken ise hiç konuşmuyorum. Beş yıllık kalkınma planını dinlemek bana geldiği kadar sıkıcı gelmiyor babama. Program başlarken ve biterken gösterilen, erimiş demirin bir makineden diğerine döküldüğü o sahneyi ise dikkatle seyrediyorum. Katı maddeler tanımından sonra örnek olarak yazdığımız demirin lava benzeyen kırmızı hali bana çok ilginç geliyor.
Haberlerin sonlarına doğru, annemin ördüğü sarı siyah kırçıllı yeleği üzerine örtmemi isteyip kanepeye uzanıyor babam. Uyumayacağına söz veriyor ama çok erken kalktığını biliyorum. Annem dilimlediği meyveleri getirene kadar çoktan dalmış olacak. Yere oturup kanepeye yaslanacağım ben de kucağımda meyve tabağım. Yüzümü babamın uyuyan yüzünün şekline sokarken annemin güldüğünü duyup görünmez olmadığımı hatırlayacağım. Yüzüm zaten öyleymiş gibi durmaya çalışırım bir süre ama kaşlarımı hafifçe çatıp dudaklarımı büzerken elma yemek zor.
Yarın akşam bahçeyi biraz da benim sulamama izin verir mi babam acaba? Bu sefer üstümü hiç ıslatmam. Nüfus sayımı olduğu gün sokağa çıkma yasağı vardı da, kaldırımdaki akasyalara kocaman bir hamak kurmuştuk. Annem yine çarşaf verir bence, keşke nüfus bir daha sayılsa. Teyzemleri saymamışlar zaten. Hem onları saymış olurlar, hem ben yine seyrederim akasya yapraklarının gökyüzünün kovalamasını. Babam yanımdan geçerken bir daha sallar, o zaman daha hızlı kovalarlar. Annem balkondan seslenirse “buradayım” diye bağırırım boğazlarımı yırtana kadar. Sokakta kimse yok ki, hiç ayıp olmaz. Yeter ki; nüfusu bir daha saysalar.