30 Ekim 2008 Perşembe

yine yine yeni yeni yine yeni yeniden

depresif olmamayı seçiyorum.

29 Ekim 2008 Çarşamba

böyle buyurdu zerdüşt

"He who has a 'why' to live, can bear with almost any 'how'."
Friedrich Nietzsche

boşluk

nasıl oldu bilmiyorum. ayaklarımın altında bir kapak vardı, iki kanadı iki yana açıldı ve ben boşluğa düştüm sanki. tam da boşluğun insan zihninde üretilmiş bir kavram olduğundan dem vururken. eğer boşluğu inşa edebiliyorsa zihin, anlamı da inşa edebilir safındayken. ağır metal gürültüsü ve sessiz, derin, karanlık...

hatırlamıyorum bile neyle, nasıl bütün hissettiğimi. birkaç fikrim var aslında ama uzak ve imkansız geliyorlar şimdi. oysa oradaydım. of, bu bir meydan okuma olmalı. yaygın tabiriyle, bir imtihan. kenan hoca dememiş miydi "ALLAH insanı en iddialı olduğu yerden vurur." diye. fazla da iddialı değildim oysa. nereden akıl ettiysem, iddalı olmamayı akıl etmiştim vaktiyle. belki de sadece cümleydi bu. belki de bir vitrin cümlesi. zihnimin balo salonları duman altıyken camlarda asılı "no smoking"ler kadardı. her neyse, fazla iddialı değildim diyordum. sadece son zamanlarda fazlaca atıp tutuyordum. göbeğini hoplatıp ağzını kapatarak gülen, bir şekilde sevimli bulduğunuz ama bir şekilde dönüşmemeyi umduğunuz teyzeler gibi "ay çok güldük kötü bir şey olmasa ALLAH muhafaza" damıtmak istemiyordum keyfimin yerindeliğinden. e şimdi o teyzeler haksız mı?

bu bir kelime kutusu. içindeyim. kalabalık bir karışıklıkla kaplıyım. bir kelime çekiyorum karmaşanın içinden ve çağrışım oyunu oynuyorum. fantastik filmlerdeki gibi ince teller üzerindeki hızlı akımla cıııızzzz diyerek çalışıyor nöronlarım. bir kelime bir diğerini buluyor ve arkadaş oluyorlar. ben de arkadaşlarını kutlamak için onları cümle yapıyorum. bir özne, bir yüklem. şanslıysalar bir de nesne... belirtili, belirtisiz bakmıyorlar. gözleri yükseklerde değil. ne de olsa samanlık seyran...

şu an dsm-iv'ü açsam tanıya ulaşabilecek kadar depresyon kriterini kendimde bulabilirim. adını koyabilmek için 2 hafta beklemem gerekecek tabi. ne de olsa "five (or more) of the following symptoms have been present during the same 2-week period..." ya da geçmiş iki haftaya bakabilirim, bu belki de zamandan tasarruf etmemi sağlar. yaşasın ekonomik kriz ve yaşasın krizin hayatımıza soktuğu tasarruf planları. anlaşılan bulaşıcı...

kendimi biraz ihanete uğramış hissediyorum doğrusu. aslında onlarca saat oturup konuştuğum onlarca insan hissetmeli bunu. hani işe yarıyordu. hani nasıl düşündüğümüz belirliyordu nasıl hissettiğimizi ve nasıl davranacağımızı, dahası, hani nasıl düşündüğümüzü belirlemenin bir yolu vardı.
oynamıyorum. evet belki çok erken, ama şimdilik oynamıyorum.

ruhun şâd olsun Beck.

dengemi kaybettim

dengemi kaybettim. sendeledim belki sadece, belki de düştüm. neye karar verirsem o olacak. görünüşe göre olmak istediği insan olmak yolunda attığım kararlı adımlar birbirine dolaştı. "sadece kötü bir dönemden geçiyorum." da diyebilirim, "özüme geri döndüm, bu kadarım." da... ne dersem o olacak. satır aralarındaki alayı sadece ben görebiliyorum ama gevşemiş vidalarımı bulup sıkmaktan acizim. belki de yalama olmuşlardır. evet galiba bu... çok mu oynadım acaba sistemle. oysa yıllar önce uyarılmıştım; "çalışıyorsa fazla kurcalama, bozulur." kurcalamadığımı sanıyordum. hayır aslında. kurcalamadan olunamayacağını sanıyordum ve nedense bir olmaktır takılmıştım. hamdım, pişecektim, yanacaktım. illa yanacaktım. işlemin ortasında sistem hata verdi ve yarıya çiğ kaldım. bu kayıt 10 saniye içinde kendisini imha edecek. öyle yetenekli bir kayıt, vesselam...
10
9
8
7
6
5
4
3
2
1

28 Ekim 2008 Salı

nikâh

.

Nikâh! Akd!

Din evliliği teşvik ediyor, boşanmayı zorlaştırıyor.

Nikâh! Akd! Bağ!

Nikâhın olmadığı yerde nikâhlı misali hareket ALLAH katında en büyük günahlardan.

Nikâh! Akd! Bağ! Helâl!

Nikâh helal kılıyor bu akd ile birbirlerine bağlananları birbirlerine. Dışarısı içeri haram, içerisi dışarı...

Ente Mevlana!

Koru bizi esfele safilin olmaktan. Bizi ahseni takvîm üzere kıl. Sev bizi. Sevdir bizi sevdiklerine. Sevdir sevdiklerini bize. Ayakkabı bağcığı senden, sevgiler senden...

Ente Mevlana
ve onlara karşı
ALLAH bize yeter!

.

27 Ekim 2008 Pazartesi

dokunma doktor

2000'li yılların başı... psikoz koğuşunda vizite saati... uzman doktor, asistanlar ve stajyerlerin bulunduğu bir oda... hastalar tek tek alınıyor içeri, 1-2 soru, 1-2 cevap, 1-2 suskunluk, 1-2 boş ya da ürkek bakış, bükük boyuk, küçülmüş beden...

sıradaki...

diğerlerinin aksine, saçlarından süzüldüğü izlenimi veren kirin yer yer lekelediği elbisesine tezat bir kendinden eminlikle, omuzları ve başı dik girdi odaya. 20'li yaşlarını yeni yeni sürmekteydi, belli. odadaki herkese tek tek baktı. sanki bu odada haftalık toplu vizite yapılmıyor, kendisi bir teftiş için teşrif etmiş bulunuyordu. uzman doktorun sorduğu 1-2 soruyu, eli ve tersiyle havada çizdiği 1-2 daireye hapsetti. birkaç derece daha arttırdı boynunun umursamaz açısını ve alaycı tonlamasıyla ünledi; "aşk yarasıdır bu, ilaç kapatmaz." sonra çıkıp gitti. o çıkıp gittikten yıllar sonra öğrendim, söylediği şarkının adı "doktor"du. "verdiğin teselli beni avutmaz/dermanı yardadır sende bulunmaz/boşuna benimle uğraşma doktor/dokunma, dokunma, benim gönül yarama dokunma doktor" sözleriyle devam ediyordu. ona ne oldu bilmiyorum. hayatın yüzüne tokat gibi çarptığı şarkının nakaratında kaybettim onu, geride soru işaretleri kaldı.

dünyanın, kıvrana kıvrana yaşadığı halde içinde kaldığı gerçekliği reddedenlerden aldığı intikam mı bu etiketlemeler?
hasta dediklerimiz hayatı umursamamayı seçmiş 'yaşamak yorgunları' mı acaba?
gerçeklikten kopmalarının sebebi gerçeği beğenmemeleri olabilir mi?
bizden farkları, kendilerine yeni bir gerçeklik hayal etme cesaretleri mi?
gerçek dediklerimizi görmezden gelenlere vermeye çalıştığımız etiket mi hastalık?
belki de umursamamak, belki de en nihayetinde, kaybedecek daha fazla bir şeyi olmamak...


23 Ekim 2008 Perşembe

zihnî meşguliyetler

beyin hücrelerimin bir kısmı dokunulmamış olarak muhafaza edilmekteler. onları öyle saklamak istediğimden filan değil, nasıl harekete geçirileceklerinden emin değilim, hepsi bu. bir olayı yaşarken aktive edebildiğim beyin bölümleri ile belli bir zaman geçtikten sonra olay üzerinde düşünürken aktive edebildiğim bölümler çok farklı. bu fark; olay esnasında gerçekleşen duygusal tepkimeler, dışsal etkenler, bağlantıya geçilen hafıza birimleri ve çağrışım bağlarından oluşan bir etkileşimler silsilesi ile açıklanabilir belki. belki de açıklanamaz. her şeyi açıklamak gerektiği fikrine nereden kapıldığımı da bilmiyorum ama bazen oluyor. bazen kendimi –meli –malı cümlelerinden döşediğim zihnimin bekleme salonunda buluyorum. bu farkındalık; enerjimi olduğum şey her ne ise onu olduğum gibi kabul etmeye değil de kendimi başka bir şeye çevirmeye harcarken gerçekleşiyor kimi zaman ve birden hatırlıyorum, karşılarındakini kaybetmekten korkmaksızın zaaflarını ifade edebilen, negatif yönleri hakkında konuşabilen insanlara karşı duyduğum saygı mayalı hayranlığı. arkasında duramadığım şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama kendi olabilmek dünyanın en çaba gerektiren meziyetlerinden biri gibi görünüyor gözüme.
kûn fe yekûn.

20 Ekim 2008 Pazartesi

istemiyorum ben bunu, al götür su

neyse ki ruhum bilinçaltımda ikamet ettiği geceden koptu ve aramıza katılma emareleri göstermeye başlayarak bedenime geri döndü. 10 üzerinden 8 bizimle diyelim. içimde şelaleden taşan sel kalıntıları... off bilmiyorum. kafamda bir hodri meydan, bir uğur dündar... bir taraf "hallettik sandıklarınızın ne kadarı bilinçdışı sandıklarda zaptedilmektedir bilseniz onları halledilmişler hanesinden silerdiniz." hönkürmesinde. diğer taraf ise "buna hortlama deriz olsa olsa. bir nüks yaşandı diye -ki gül hatrınız kırılmasın diye verdik bu nüks payesini de, bir göz kırpması süresince meydanı tutmuş bir yanılsamadır bu ancak ve ancak- hiç iyileşmemiş sayılamaz kimse." demekte. olur mu efenimleri, bal gibi olur efenimler kovalıyor, hiç de bilelerin peşine pek ala da öyleler düşüyor... hodri meydanının ortasındaki anıtın gölgesinde dururken bu koşuşturmaya yetişemeyen uğur dündar'a acıyorum en çok. vakarla güneybatıya taranmış saçları dahi gizleyemiyor çaresizliğini. içimin meydanlarını katlayıp cebime koyuyorum ve uğur dündar'ı, olurcular ve olmazcılarla birlikte hodri civarında terk ediyorum. dilimde bir klişe replik "kimse bana ne yapacağımı söyleyemez." (kulakların çınlasın john locke. sen de ne yapamayacağının söylenmesine gıcıksın. cümlelerimizde bir olumsuzluk eki farkı var lakin ikimizde sınırlarımızın ihlaline alarm veriyoruz en nihayetinde.)
ceplerim meydan tenhalığı, yürüyorum. rüyamdan sızan şizofrenik bir yağmurla ıslanmakta olduğumu fark etmekle görmezden gelmek arasındaki kırmızı ışıkta duruyorum. (okuduğumda pişman olur muyum acaba yazdığıma? ama her yola bir araç gerek ve benim kelimelerim... arabam.. yolum... yolculuğum...) ışık yeşile dönerken bir daha sola ve sağa sonra tekrar sola bakma gereği duymadan karşıya geçiyorum. eskilerden; kötü rüyalardan "hayrolsun" deyip uyanan ve rüyayı suya anlatan, "istemiyorum ben bunu, sen al götür su" diyen kadınların zamanından bir kapı aralık kalmış. yazı akıp gidiyor, suyun akıp gittiği gibi. "istemiyorum ben bu rüyayı yazı, al götür sen bunu." (ne istediğini bilmek, gerçekten bilmek, hangi zaman kaymasında takılı kaldı? ben bu rüyayı isteyip istemediğimi dahi bilmiyorum. hoşuma gidenler de var mı acaba içinde? beni sarsa sarsa sersemleten bu hoşuma da teessüflerimle ayrıca... bana bir hoş ayarı lazım belli. "canım yanacaksa bir şey, hoşumun köküne kibrit suyu, canına cehennem..." demek yetmiyor mu her zaman? hoşumun bu basit formüle galip gelerek canımı yakacak olanı içeri buyur etmesi mümkün müdür ki? hoşa gidilir ama belki hoş evde değildir. evdedir ama yokmuşçuluk oynuyordur. perde aralığından görünce geleni açmıyordur kapıyı belki. hah, işte hoşumla uzlaştık burada. perde aralığından içi eriye eriye seyretmesine müsaade ediyorum geleni, lakin içeri almayacağına söz verdi.) ne diyordum, "sen al götür bu rüyayı suya yazılan yazı. bulan olursa hükümsüzdür, sorumluluk kabul etmiyorum."

rüyalar rüyalar

rüya mefhumunun şizofrenik bir alt geçidi var. sevdiğiniz birini gördüğünüzde onunla birlikteymiş gibi keyifli hissetmenizi sağlayacak, sıkıntılı bir olay yaşadığınızı gördüğünüzde ise o buhranı vücudunuzda resmedecek hormonlar devreye giriyor. böylece sadece bilinçaltınızda vuku bulmuş bir yaşantı için fizyolojik ve psikolojik tepkime gerçekleşmiş oluyor. aslı astarı yok ancak (en azından bir süre) zihninizde izi var.

rüyamda, saatlerce ağladım. muhtemelen 3-5 saniyede bitmiş bir hadiseyi günmüş gibi yaşadım ve gün boyu ağladım. uzun bir ikna çabasını, sunulan argümanları, olmazların gerekçelerinden dokuduğum karşı ataklarla karşıladım. tüm ailem şahitti, ne çok yoruldum. içime bir şelale dökülmüş sanki. ferahlıktan değil, boğulmaktan bahsediyorum. gözyaşlarımın ağırlığı şu an karın boşluğumda asılı. bitkinim.

18 Ekim 2008 Cumartesi

soru işareti

gözlerimi kapattım.
yokmuş gibi orada, çevirdim başımı başka yöne.
seslerine kulak tıkadım.
görmezden geldim.
umursamıyormuşum gibi davrandım.
umursamadım da zaman zaman...
önüme çıktığında yolumu değiştirdim.
önüme çıkmasın diye binbir engel dizdim.
çıkardığı gürültüden dem vurdum da yollara döktüğü gül yapraklarından söz etmedim.
parmak uçlarıma değip çekilen bir deniz kadar sokulunca bana bugün, bahçelerde oynayan çocuk cıvıltılarına emsal güzelliklerini serince önüme, imrenmenin kıyısını ufkumda görünce, sordum kendime bu kez; iyi mi yapmaktayım?

8 Ekim 2008 Çarşamba

7 Ekim 2008 Salı

arka bahçe

kelimelerimi yıkayıp asmak istiyorum ama çok sıktırmadan, kırışmasınlar...
kar beyaz parıldasın ve martıların gözlerini alsınlar
gecedir artık ve yakamoz vaktidir sansın martılar,
gidip kuş uykusuna yatsınlar
masal rengi gibi pırıltılı olsun renkler
ağaçlar bulutlara günaydın desin
rüzgar dalgalandırsın kelimelerimi
bir saka konsun evimin bacasına
boyamaktan yorulup renksiz bıraktığım son kiremitlerin üzerine gölgesi düşsün
bir pofluk duman yeni yükselmekte olsun evimin bacasından ama sakanın ayakları yanmasın
kışmış
soğukmuş
üşümüş
ısınsın.
kelimelerim efil efil...
yağmur yağmasın ben kelimelerimi toplamadan
çimenler içine saplayıp ip gerdiğim tahta sopalar gevşemesinler.
arka bahçeme açılan üç-beş basamakta sarı solgun yapraklar...
bir belki zıplayıp mandallar arasından salıncağa konsun
salıncağın zincirleri
bir ileri, bir geri
rüzgar kuzeybatıdan yağmur bulutu toplarken
kelimeler hasır sepete, mandallar keten torbaya
kelimeler kar beyaz
mandallar tahta
-hiç plastik mandalım olmayacak benim
ben tahta mandal severim-

hesapsız

susalım mı biraz aynı odanın iki ucunda?
zaman aksın aramızdan...
gözlerimizi kapatalım başımız duvara yaslı.
dinleyelim bakalım en uzağı kim duyacak?
bekleyelim, bekleyelim, bekleyelim...
içimizden bir ses emin olsun beklemeye doyduğumuzdan
dinginlik sarınca ruhumuzun iliklerini, açalım gözlerimizi
değiştiğimiz ilk kelimeler birer tebessüm olsun
hayatın boynunda çiçek açsın gülüşün
seni gülümserken görmenin gülüşü yayılsın dudaklarıma.
suskunluğu gülüşlerden kıralım
aynı odanın ortasında.

6 Ekim 2008 Pazartesi

5 Ekim 2008 Pazar

laila aur majnu

bir deyim vardır, hallaç pamuğu gibi atmak... eylemi pasif, kendimi nesne yapacağım;
bir laila aur majnu performansı ile hallaç pamuğu gibi atıldım.
sınır birliklerim silah bıraktılar birkaç lahza, ben gizil ırmaklarımda yıkandım.
meydanlarda meydan okurken majnu, laila'nın eti kırbaç izi...
bir kılıç ki; darbesi majnu'nun göğsünde kanarken, ucu laila'nın sırtında parıldamakta..
cüretim yok, ne laila'yım, ne majnu...
yüzlerine bulanan çöl saçlarımdam geçmişti bir vakit,
onu bildim sadece.
bilmekteyim değil, bildim ve geçtim ırmak sularından.
uç birlikler yerlerini aldı bir bir, tutuldu yine surları sınırların.
asayiş berkemâl,
bîkelâm...

4 Ekim 2008 Cumartesi

şımarıklık

istediğimi elde edeyim ama bedel ödemeyeyim nesliyiz galiba.
bu nedenle reklamlar "3 alın 1 ödeyim", "hepsini alın hiç ödemeyin" sloganlarıyla dolmuş olsa gerek.
"aşık olayım ama acı çekemeyeyim
az çalışayım ama çok kazanayım
ben bağırayım ama o sinirlenmesin
buluşmaya geç kalayım ama arkadaşım suratını asmasın
karşıdan karşıya ilk önce ben geçeyim
yürüyen merdivene adımımı önce ben atayım
sevgilim olsun bana ilgisiz kalmasın
sevgilim olsun ama ilgisiyle boğmasın
öyle bir denge tuttursun işte
ben bir şey yapmak zorunda kalmayayım
güneşli olsun hava ama öyle çok da yakmasın
arada yağmur da yağabilir ama pantalonum çamur olmasın
istediğim her şeyi yiyeyim ama kilo almayayım
spor yapmayayım ama bedenim şekle girsin
kitap okumayayım ama sözüm-dilim anlaşılır olsun
bam bam müzik dinleyeyim ama beyin hücrelerim ölmesin
bulaşıkları makine yıkasın ama onu boşaltmak zorunda da kalmayayım
dev tencereleri yıkayacak dev makineler de icat edilsin
çamaşır makineleri de artık ütü gerektirmez şekilde yıkayabilsin
film seyredeyim, ağladığımı kimse görmesin
ama biri ağlarsa, ben hemen göreyim
sevgilim kravatının rengini, kemerinin tokasını, cebini, düğmesini bana danışsın
ama eteğimin boyuna karışmasın
arabam olsun ama fazla benzin yakmasın, hem trafik de olmasın
bahar gelsin ama polenler uçuşmasın
kış gelsin ama soğuklar fazla abartmasın

o olsun
bu olsun
şu olsun
ve bi zahmet
ben en küçük parmağımın en küçük eklemini oynatmadan olsun
bir de bi daha zahmet ben düşünür düşünmez, tam da istediğim gibi olsun..."

geldiler bana soldan soldan... meltem rüzgarında fırtına sarsıntıları yaşayan nesle (dahil olabilirim, hiç fark etmez) ifrit oluyorum. biraz sağlam duruş, bir ayakların yere basması, bir kendinden emin olmaktır devası... çok da bir şeye gerek yok ki...
evet aşık olunca kanırta kanırta kanatacaklar kalbimizi.
evet güneş çıkınca yakacak canımızı ve yağmur yağınca da paşa paşa ıslanacağız.
arabamızla ayağımızı yerden kesmeyi biliyorsan benzin parasını çatır çatır ödemeyi de bileceğiz, trafiğin cefasını çekmeyi de.

derhal terk etmemiz gereken şey, hayata başımıza gelen şey muamalesi yapıp paso şikayet etmek. hayat seçtiklerimizin toplamıdır oysa. seçim kabiliyetimizden mi şüpheliyiz, seçtiğimizi nasip edenle mi derdimiz var? her ikisi de sakat. sadece elinden geleni yap ve RABBin hükmünü bekle. bu ikilinin olduğu yerde şikayeti sığdıracak yer kalmaz işte.

eylem ve sebat...