30 Eylül 2008 Salı

let me be

bırak, senden farklı kalayım.
senin gibi düşünmediğimde, aklına gelmeyeni aklıma gelir bulduğunda, korkma.
izin ver, ben başka olayım.
yüzüme baktığında, aynaya baktığını sanma.
beni bir yansıman sanman yanılsamadır olsa olsa.
ben başkası kalabildiğim kadarıyla bir anlam taşıyabilirim "biz" içinde.
iki tane "sen"den ya da iki tane "ben"den "biz" çıkmaz.


derkenâr;
bir de, before sunset'te seline diyordu ki, "tanrının içimizde olduğuna inanmıyorum. ne benim içimde tanrı, ne de senin içinde... olsa olsa aramızdaki bu küçücük mesafede olabilir. iki insanın kendi varlıklarından katarak ancak en nihayetinde kendilerinden de bağımsız kalarak oluşturdukları bu arada."

27 Eylül 2008 Cumartesi

ikrar

bir sabah ezanı ferahlığı dolsun içime, duvarlarıma çarpa çarpa felahı ve ferahı getirsin istiyorum.
inandım ve iman ettim ki namaz uykudan hayırlıdır.

25 Eylül 2008 Perşembe

raylı sistem

hayat tren katarları gibi gözümün önünden geçip gidiyor. anlamlar iki nabız arasında yer değiştiriyor. bulunduğum binanın penceresinden görünen otoyolda sanki oyuncak arabalar vızıldıyor. hayat bu kadar küçük, böyle basit, böyle kendi başına buyruk... seçimsiz bir nihayet zaman zaman... bazen iyi bir şey bu. tüm galaksiler içinde dünyanın minicikliğini ve dünyanın içinde kapladığınız alanın minicikliğini düşünerek omzunuzda taşıdığınızı sandığınız dağı bir kum tanesine dönüştürebilirsiniz zihninizde. bazense, ipler ucunda bir kukla misali, gerilen ipi farklı yorumlayan her bir ekleminizin başka bir yöne gitmesiyle parçalandığınızı hissedebilirsiniz. ne isterseniz onu hissedersiniz bu dünyada, yeter ki seçim yapma gücünüz olduğunu unutmayın.

24 Eylül 2008 Çarşamba

medet

Ey Rabbim,

deride bir kesik oluştuğunda pıhtılaşmayı, damar içinde akarken pıhtılaşmamayı kanımıza öğreten RABBim... Kanımıza akmayı unutturma...
'kimden zarar gelir, kimden zarar gelmez'i hücre zarlarımıza bildiren RABBim... Hücrelerimizin kafasını karıştırma...

Ey Rabim,
çaresizliğin pek çok rengi var, başka renklerini tattırma...
Ol! lutfet, ve olsun şifa...

21 Eylül 2008 Pazar

şimdiki zamanın hikayesi

planlanmadığı halde kendi kendini taşıyan ve damakta unutulmaz lezzetler bırakan günler vardır. dün gibi... sabah kendimi evden zorla çıkarmak suretiyle katıldığım toplantıdan ayrılırken şu cümleleri mırıldanıyordum;
"sevgili şeytan, bu mektubu sana balat'tan yazıyorum. belini kırıp evden çıktığım ve bu topluluğa dahil dakikaları ömrüne kattığım için çok mutluyum. kendime, senin şahitliğinde, nice 'şeytanın belini kırmalar' diliyorum,
nispetle..."
balat'ın yeniliğe yenilmemiş sokaklarında yürüdüm. biraz meyil, çokça arnavut kaldırımı... sıkıntılanılsa korur, sır saklansa kırılır gibi birbirinin üzerine eğilmiş kemerli evler arasından karagümrük'e çıktım. sağım edirnekapı, solum yavuz selim; istikamet padişah yolu... yavuz selim'i adımlayıp fatih'e, oradan vezneciler'e vardım. sonrası bir doyulmaz yolculuk... beyazıt camii'nin aynı penceresinin önündeki aynı halı motifinin üzerinde, aynı olmayan yüzüm ve aynı kalmayan kalbimle kıyama durdum. yıllar önce, her namaz sonrası o motifin üzerinde oturur, pencerenin çift kanadı arasından, yerini bir türlü kestiremediğim bir uzakta, yan yana duran iki kavak ağacını seyrederdim. rüzgara teslimiyetleri ve bir usul boyun eğişi andıran salınışları ruhuma sirayet ederdi sanki. bir dış ses tarafından dış dünyaya çağırılana kadar sükûta gark olurdum. dün aynı mekan, aynı hâl üzereyken, gözlerim uzakların iki kavağını aradı, yoktular. uzun uzun baktım çamların ardına. yerlerini, elimle koymuş gibi bilen gözlerime inanmadım ve sağ yönü, sol yönü taradım. pencere pervazına sokulup, uzun uzun baktım, yoktular. yenilerin yenilgisine mi kapıldılar, diye düşündüm. yaşlıydılar da yıkıldılar mı yoksa? yoksa... hiç mi var olmadılar. 'aynı kalmayanlarıma inat bir avuç aynı kalmışlığım'dan da yitirdiğimi fark ettim. başkalaşmışlığıma rağmen ardımda kalanların aynı kalmasını uman bencilliğimi fark etmeden, 'resmin parçaları eksilmekteyse, o resmin adı mazidir artık... hayat...' dedim, başını iki yana sallayan bir heyhat vurgusuyla.

sahafların içinden geçip kapalıçarşı'ya girince, balat'tan beri biriktirdiğim geçmiş, yüksek kubbelerin altına dağıldı. turist kalabalığı, ecdadın sesini duymayı kabil kılmadı. kapalıçarşı'nın bilmediğim sokaklarında, tanımadığım satıcılarla konuştum, daha önce görmediğim dükkanlara girip, bilmediğim kapılarından çıktım. ilk kez namaz kıldım nuriosmaniye camii'nde. insan beyazıt'ta onca yıl geçirir de, nuriosmaniye'de bir vakit namaz kılmaz mı? kılmaz. nasibinde yoksa, kılmaz. nasibin vakti gelince de alır alnının hakkını secdeden. görebildiğim kadarıyla cami içinin onda dokuzu iskelelerle kaplıydı. kadınlara ayrılmış, ancak on kişiyi alacak bir alanda on kadın, bu alanın ortalama on katının ayrılmış olduğu alanda ise dört-beş erkek namaz kılmaktaydı. ışıkları sönmüş, loş göğsüne demir iskeleler kurulmuş cami ne de garip kalmıştı. nasıl ki çocuk çığlıklarından mahrum okullar ıssız, insansız meydanlar yalnızsa, öylesine mahsundu nuriosmaniye...

cami avlusunun az ilerisinde çemberli taşı görüp, çemberlitaş'tan yürümeyi uzun bulan akılsız başımın derdini ayaklarım çekti ve beni ayasofya'nın alt yoluna çıkaracak arka sokaklara daldım. ardımda bıraktığım tevazuya inat, baktığınız takdirde dahi sizden bedel talep edebilecekleri izlenimini veren vitrinlerin önünden geçtim. çokça yürüdüklerinden olsa gerek, çokça yorulmuş bacaklarını alçak bir duvara yaslayıp gererek dinlenmeye çalışan üç turiste gülümsedim. içlerindeki en yaşlı adam, uzun beyaz saçlarıyla gülümseyişime cevap verdi.
nihayet sultanahmet... cami avlusuna en çok sevdiğim kapısından adım atarken, sağ yanıma aldığım çınara selam verdim. avlu; insan kalabalığı, kitap muştusu, bilmem kaçıncı kitap fuarı... ramazan aylarında sultanahmet'in üzerinde asılı duran bu uhrevi hava, insansız var olmazdı muhakkak. oraya adım atmış olan her bir kişi, oluşmasında katkısı olduğu bu birlik halinden payesini almakta sanki. en sevdiğim buluşma yerlerinden, şadırvan önünde, buluşmayı en sevdiklerimi bulup abâd oldum. sonrası suskun hamdlar, Şafi'ye yönelmiş dualar, sekinelerle ışıl ışıl bir gece...

yürüdüğüm yollardan;
birebir aynı ürünlerin, sokak sokak nasıl fiyat katlayabildiğini
yanlışlıkla size çarpan bir yabancının ellerinizden kavrayıp 'iyi misiniz' diye sorabileceğini
geçmiş günlerin hala kimi eski sokaklarda yaşamaya devam ettiğini
mazi dediğimizin sadece zamanla değil pekâla mekanla da iç içe olduğunu
günün bereketinin sabah dağıtılmaya başlandığını öğrendim.

19 Eylül 2008 Cuma

kızıl siyah bulutlar

uzun uzun bahardı eskiden. ve uzun uzun eylül... sepya günler tutardı şehri. kimliklerinden soyunur gibi yaprak döken ağaçlar anlam değiştirirdi. biraz yağmur serpiştirdi mi gözyaşı kabilinden, yaşamaya doyulmazdı. usul bir rüzgar, arada hiddetlenerek, önüne katardı yaprakları. biz, cam güzelleri. bir mevsimi, pencere pervazında yaşardık. rüzgarı içimize çeker, yağmura kanardık.

17 Eylül 2008 Çarşamba

we missed our God - biz Allah'ımızı özledik

yürüdüğüm yollar... azalmaz sandığım takati dizlerimin... tut dediğim yere uzanabilmesi elimin, gör dediğim yeri seçebilmesi gözlerimin... hükmü elime verilmiş bedenimin hükmü hep bende kalır yanılgısı... önceliklerin, daha iyi ve daha kötülerin, belkilerin, şimdilerin ve sonraların tanımlanamaz bir süratle değiştiği dünyada, değişime karşı koyması imkansız varlığımın şaşkınlığı... 30'lu yaşlarımın ayak sesleri... kaygıların, bedellerin, ümitlerin yön değişimi... orayı buraya, dünü yarına, hiçi belkiye, nasılı nedene seçmesi insanoğlunun... anlamların boy boy değişmesi... 'biz Allah'ımızı özledik gari...'



We Missed Our God from yasemin kasim on Vimeo.

http://www.y22k.com/

bir sonsuz yağmur yağsa

sevdiğin bir hayatı, sevdiğin insanlarla, sevdiğin bir şekilde yaşamak çok güzel. yaşamın bilmediğim katmanlarından geçiyor gibiyim. ya da... çokça adımlanmış bir koridorda önünden geçmeye alışılmış, ardını görmeye yabancı kalınmış kapılara dokunmak gibi günler. değiyor, seviyor ve değdiğine seviniyorum.

derkenâr; tevriye sanatı.

16 Eylül 2008 Salı

ruhun şâd olsun Sultan Ahmed

uzun uzun yazmak istediğim kimi vakitler uzun uzun gülümsemeyi becerebiliyorum en çok. bu kimi vakitlerde öylesine keyif dolu geçmiş oluyor ki gün ve ben, öylesine az biliyorum ki böylesine keyif dolu kelimelerden... sussam, hatırlasam ve gülümsesem ancak... bolca sultanahmet, doya doya gece, gürül gürül mehter, sağanak bir yağmur, efil efil Mamisaphe, dizi dizi kitaplar, yinelemeye planlar... bir daha. yine. uzun uzun. usul usul. hamd.

13 Eylül 2008 Cumartesi

en çok neyi?

listeleme işinde hep zorlandım. sevdiğim şeyler, sevmediklerim, merak ettiklerim, görmek istediklerim... iç ya da dış bir uyaranla benzeri listemeler yapması istenildiğinde zihnimin net bir cevabı oldu daima, çark etmek. zavallı dilim, zihnimin bu kısa ve net tavrını yumuşatmaya çalışıp aklına ilk gelenler arasından cevaplar sıralamaya çalışır; bu ne bana, ne de karşımdakine yetmezdi.
şimdilerde ise, hayat kendi akışı içinde sürüp giderken minik farkındalık anları yaşıyorum. hıza kapılıp yönünü, amacını, süresini kaybetmiş akıp gitmelerden sıyırabildikçe kendimi fark ediyorum;
. neleri az, neleri çok sevdiğimi,
. neleri az, neleri çok sevmediğimi,
. siyahla beyaz arasındaki griyi,
. günü dünden ve günü yarından ayıran çizgiyi,
. inciri, zeytini ve tur-i sinin'i...

ve fark ediyorum ki; fark ettikçe daha çok seviyorum yaşamayı. akıp gitmek yorucu, yok sayar, ip ucunda kukla kılar bir terane, hem de en çok özgürlük kafiyesini yineleyen terane... farkındalık ise; garkolmanın sükunetini aheste salınımlarıyla besteleyen bir letafet...

12 Eylül 2008 Cuma

mekân-ı sabâ

sabahları yürüdüğüm yollar, yüzüme vurmakta olan serin bâd-ı sabâ beni kendime getiriyor. sadece gözlerimle değil, bütün bedenimle uyanmaya başlıyorum. ne yazık ki; ruhumun serserilikleri gecelerimin peşini bırakmıyor ve göz kapaklarımın ağırlığına karşı koyamayana kadar direniyorum. böylece uykunun son demlerine kadar da ben sabahların peşini bırakmıyorum ve döngü 'işe yetişme telaşı içindeki karıncalar içinde bir diğer telaşlı karınca'nın hikayesi şeklinde gelişiyor. attığım adıma bakacak vaktim yok. yüzüme vurdukça ruhumu dalgalandıran rüzgarı karşılayacak vaktim yok. her şey bana çarpıyor, ben her şeye çarpıyorum ve akreple yelkovanın raksı arasında kendimi merkeze atmaya çalışıyorum. ardımdan bakakalıyor kaldırım taşları, rüzgar başımın üstünde bir sitemkâr dönüş yapıyor attığım o son adımda. hani sen öyle olmayacaktın, diyorlar ihtimal ki... hani sen günün batmaya döndüğü o morumsu akşam vakitlerinden mahrum bırakmayacaktın lavinyaları... hani yağmur yağsa ne zaman, kalbine düşeceklerini bilecekti damlalar... bîhaber kalmayacaktın sevdiklerini sevdiğine yollayan Akbar'ul Akbar'ın latif, şerif selamlarından... ihtimal ki...
biraz geceden, biraz da uykumdan çalmak, sabahlara karışmak istiyorum. etrafımda akıp giden karınca kalabalığında karıncalığın, kalabalığın, adımlarımın, kara gecede kara karıncanın adımlarının gölgesini bilenin bilgisinin ve selamının tadını çıkara çıkara, tenhaların sükûna gark ve aheste sabahlar istiyorum.

beni bırak

ki anlam bulsun sana gelişim...

2 Eylül 2008 Salı

1 Eylül 2008 Pazartesi

yazmak

alelade bir eylem olmayıp üstün nitelikler de gerektirmemektedir. konuşmaya çok benzer lakin kendi kendine düşünme süreçleri biraz daha uzundur. insan kelimeleri aklında başka sıralar da ağzından çıkınca başka anlam bulur gibi olur ya, yazmak eyleminde bu sürece müdahale mümkündür. söz, okun yaydan fırlaması ise; yazmak, geri alım mekanizmalı bir yaydır. ok istikametten şaşma gösterir gibiyse, geri alım mekanizması devreye sokulabilir ve koordinatlar üzerinde oynanabilir. üstün nitelikler gerektirmemesi konusu ise ayrı bir meseledir. zira, pek az insan kalem tutar ülkemizde. evinde okula giden birileri olmadığını bahane ederek "kalem-kağıt neredeydi acaba" diye yakınan insanlar tanıdım ben. oysa konuşmak gibi, daha ileri gidiyorum, düşünmek gibi bir olmazsa olmaz eylemdir insan ruhu için. olmazlığının koşulsuz sonucu; benin varlık dehlizlerindeki o esrarlı yolculuktan sonsuza dek ve mutlak şekilde mahrum kalmasıdır. aslında şaşılacak bir şey yok. okumanın da "ay hiç fırsatım olmuyor" bir eyleme dönüştüğü bir nesil, esrarlı yolculuklardan yoksul kalmak konusunda oldukça tecrübe sahibi olmalıdır.

Seriul Hisab

2005 yılının haziran ayında bir sabah namazı kıldırmaktadır sudeys. mescid-i haram'ı dolduran müslümanların dudakları mühürlü. sudeys'in, mikrofandan mescid'in dört bir yanına yayılan billur sesi ve mekke namazlarının vazgeçilmezi, anneleri namaza durmuş bebek ağlayışları duyulmaktadır sadece. sudeys okur, mekke susar... sudeys okur, namaza durmuş tüm müslümanlar, tepeden tırnağa iman olur. sudeys engelsiz akan bir billur ırmak gibi okurken, bir hıçkırık... mikrofondan mescid-i haram'ın dört yanına dağılan bir hıçkırık böler ayeti. susar sudeys. susar mekke. sudeys'in ağlayışını kontrol altına alma gayreti duyulur nefeslerinden... birkaç saniye daha bekler ve yeniden başlar ayete... aynı ayetin, aynı harfleri takılır yine sudeys'in yüreğine... bir hıçkırık daha... bölünür ayet aynı yerinden... mekke sükût. dört bir yanda ağlayan bebeklerin sesi... artık hakim olamadığı hıçkırıklarla sudeys'in sesi... ve bu çağlayana kendisini kaptırmış bir cemaat, ayetini tamamlayacak takati yüreğinde bulamayan imamla birlikte ağlar. mescid-i haram ağlar... mekke ağlar. üçüncü deneyişinde tamamlar ayeti, tamamlar rekatı ve tamamlar namazı sudeys. önce sağına, sonra soluna verdiği selamla döner dünyaya, bu namazın lezzetini ilel ebed özleyeceklerini bilen cemaat.