31 Aralık 2010 Cuma

finding home


Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin.
CSüreya

26 Aralık 2010 Pazar

2 x 3 = 4

Bir yaz bahçesinden koparılmış gibi. Terli, nefes nefese, gün batımını görmekte kararlı. Birbirini kovalayan bisiklet pedalları. Toprak yolda toz bulutu. Akran cıvıltıları. Kısacık su/tuvalet molası. Çabuk geeeeeeel! Yakar top seni yaktı. Birim. Ebe!

25 Aralık 2010 Cumartesi

Live Together, Die Alone


Dearest Des,

I am writing this letter to you as you leave for prison. And I've hidden it
in the one place you would turn to in a moment of great desperation.
I know you go away with the weight of what happened on your shoulders.
And I know the only person who can ever take it off is you.
Sorry to be so dramatic, but these are dramatic times, are they not?

Please don't give up, Des.
Because all we really need to survive is one person who truly loves us.
And you have her. I will wait for you. Always.

I Love you,
Pen

30 Kasım 2010 Salı

deep purple


hayat güzel olsa
hayatı güzel kılsam
nasıl düşünürsen öyle olur diyenlere inansam
güzel düşünsem
güzel olsa
katran moru çiçekler
beyaz panjurlar üzerinde
nasıl güzel durursa
hayat öyle güzel olsa.

katran moru çiçekler, beyaz panjurlar üzerinde...

29 Kasım 2010 Pazartesi

matchmaking

sen kibritin hiç yanmayan ucunda, birinin hayatından geçmiş oldun.

25 Kasım 2010 Perşembe

Thank God For Little Miracles

a.k.a .
Joaquin Cortes


Happy Thanksgiving ;)

Joaquin Cortes y su flamenco II

23 Kasım 2010 Salı

soverypapercutoutsofme

hiç canınızın hem dondurma, hem turşu, hem de pizza çektiği oldu mu?


aynı anda olmak zorunda değil.
sırayla.
her şey zamanla...

22 Kasım 2010 Pazartesi

numb


öfke iyidir. öfke canlı tutar. öfke kabuktur. yarayı kaplar.
az acır canın. az acır sanırsın. öfke iyidir. yokluğundaki hiçlikten korur.
adrenalindir öfke. iyi gelir. öfke iyidir. bazen.

lay your head where my heart used to be

21 Kasım 2010 Pazar

those were the days my friend

. Ben küçükken annem, elini yere sürüp sonra ağzına götürürsen hasta olup ölürsün, derdi. Birgün, gerçekleri öğrenmenin vakti geldiği kanaatiyle elimi önce yere, sonra dilime sürdüm. 5 saniye bekledikten sonra, bir bilim harikası olan deney düzeneğimin önüme serdiği gerçekler ışığında, annelerin de yalan söyleyebildiğini öğrendim. Ölmeyişim başka nasıl açıklanabilirdi? Gerçekleri bilmek adına canımı riske atışım işte o günlere dayanır.

. Ben küçükken, 'birkaç'ın tam olarak 'kaç' olduğunu merak etmeye başladım. 10 dakika' dendiğinde ne kadar bekleyeceğimi biliyordum ama 'birkaç dakika' tahammül edilmez bilinmezliklere gark olmama sebep oluyordu. 'Büyükler'e sordum. Aldığım, azdan çok, çoktan az, tam olarak net bir rakam değil gibi muğlak cevaplar beni tatmin etmekten çok uzaktı. Sonra, birkaçın 6 olduğuna karar verdim. b . i . r . k . a . ç . 1 . 2 . 3 . 4 . 5 . 6 . Derin bir nefes aldım. 6 dakika beklemek, birkaç dakika beklemekten çok daha kolaydı. Belirsizliğe tahammülsüzlüğüm de işte bu günlere dayanır.

. Ben küçükken evlerin yapımına çatıdan başlandığını düşünürdüm. Çünkü resim yaparken ben hep çatıdan başlıyordum. Bunu babama söylediğimde gülümseyerek 'Peki evin devamı yapılırken çatıyı havada kuşlar mı tutuyor?" demişti. Sorusunu alaycı bulmuş ve gülümseyişinin alaycılığının kalbimde açtığı yaraya deva olmayışını hüzün dolu bir kalple izlemiştim. Bazı bilmemeleri kendime saklamam gerektiğini de o zaman öğrendim.

. Ben küçükken, gökyüzüne yeterince uzun bakarsam, bulutların onlara dokunabileceğim kadar yaklaştığına inanırdım. Uzun uzun bakar, bana yaklaşmalarını izler, ellerimi uzatmazdım. Bazı hayallerin senin kalması için ellerini uzatmaman gerektiğini her nasılsa biliyordum. Unutuşum sonraya rastlar.

. Ben küçükken, ağaçların insanlar gibi yavaş yavaş büyüdüklerini öğrendiğimde hayal kırıklığına uğramıştım. Bu, bahçemize yeni dikilen fidanlar dallarına salıncak kurulacak kadar büyüdüklerinde, benim salıncaklarda sallanacak kadar küçük olmayacağım anlamına geliyordu. Öyle de oldu.

. Ben küçükken, herkesin önce bebek, sonra çocuk, sonra da büyük olduğunu biliyordum. Ama abimin de eskiden bebek olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Çünkü o hep çok büyüktü.

. Ben küçükken, düştüğümde "önüne bakmıyorsun" diyenlere kızar, çocuklar düşe kalka büyür derdim. Büyümeye and içmişliğimden hep bu düşmelerim.

. Ben küçükken, çok güzel olacağına inandığım hayatımın ne kadar güzel olacağını düşünüken bile heyecanlanırdım. O zamanlar küçüktüm.


18 Kasım 2010 Perşembe

kimi aşklar hiç bitmezmiş, bizimkisi bitenlerden...

ben demedim
Teoman dedi
o bağışlamış hepsini
hem beni, hem kendini
o kadar yokmuşum ki
Teoman dedi
bana demedi
birlikte ama yalnız iki yabancı
ya dedi
duymuş bulundum ben
hazır bulunmuşken de bir daha kaybolmadım ben
kaybolanlar aklımdaydı
unutmuşçuluk oynuyordum.
iyiydim de üstelik,
-mış gibi yapmayı biliyordum
neredeyse kendim bile inanıyordum
sonra sobelendim
yanınca mızıyan çocuklar gibi
ebeyi tekmeledim
ayakkabımın burnuyla toprağı eşeledim
ki, kalkan toz gözüme kaçsın
kimse ağlıyorum sanmasın
sonra "tamam tamam, hadi baştan" dediler
'tamam tamam lütufkarlığı'nı gururuma yediremedim
oynamıyordum ki hiç ben, dedim
ben hiç oynamadım ki
size öyle gelmiş
hem toz bu, kaçıvermiş
hem...
hem, hiç de bile...

bir hıh silkeledim omzumdan
bahçeme kaçtım
arkamda bir yarım oyun,
sayılmamış bir sobe,
bir kırık ebe
'mızıkçısın sen' diye bağıran,
duymamış gibi yaptığım.
sensin!
sensinsensinsensinsensinsensinsen








yaralarımız ağır değildi
neyin bildin ki değerini

14 Kasım 2010 Pazar

I promise you...me

.

The Civil Wars diyor ki;


I don't love you but I always will

Your mouth is poison, your mouth is wine

I don't have a choice but I still choose you

Your hands can heal, your hands can bruise


Ve dün bir kadın dedi ki;


'15 years ago, I made a choice. And I keep making it every day.'





The Civil Wars - Poison & Wine

4 Kasım 2010 Perşembe

sen yoktun, ben hayal kurdum


önünde karşılıklı oturduğumuz bahçe kapısının iki kanadını açsak
iki yana
kocaman
rüzgar uçursa tülleri
kadife yeşili koltuklar gerçekten kadife olsa
bir yana tarandığında koyu
bir yana tarandığında açık
kucağımızda laptoplar
sehpa üzerinde iki kupa
birinde çay
birinde ıhlamur
birinde kahve
birinde zencefil
ister misin desen
ben sebze içmem
off ya!
gülümsesem
türküler mırıldansa hoparlörler
aklımıza estikçe eşlik ettiğimiz
değiştikçe kulak kabarttığımız
sıradaki?
susasam ben ve sen bana su getirsen
çünkü iyi kalpli olsan
ben bize tulumba tatlısı alsam
sen bir tanecik yesen
aslında sana almış gibi yapıp gayet bana aldığımı bilir bilir gülümsesen
yazsan sonra sen
ilk ben okusam
sonra ben yazsam
sonra sen okusan
sonra konuşsak
sonra sussak
sonra daha çok gece olsa
sonra yağmur yağsa
sonra kapatsak ışıkları
karanlığı içeri alsak
kendimizden saklanmasak
çiçekler olsa vazomuzda
minik beyaz
minik pembe
minik mor
minik mavi çiçekler
kokmasalar ama güzel görünseler
bir kare masamız olsa
dört sandalye
o iki sandalyeyi ne yapacaksak
ayaklarımızı uzatsak
şımarık yemekler yesek
ayaklarını uyuz çift sayılı sandalyelere uzatan
şımarık yemekler
makarna haşlasak mesela
sos yapıp üzerine
adına yemek desek
bol ayran
turşu bir de
doya doya su
beyaz örtüler üzerinde
olmadık şeyler anlatsak iki çatal arasında
kuş gördüm uçtu bugün
kedi gördüm nankördü
karşıdan karşıya geçerken

yeşil adamın yürümesini bekledim

kırmızı adam kalbimi kırıyor
hayat sanki onu daha çok yoruyor
ve eğer susacaksak
bir şeyler bilen bir susku olsa sustuklarımız
ve sonra
öylesine de susabilsek
hiçbir zıkkım bilmeyen susmalarla
ve susadığımızda
bir bardak su getirenimiz olsa
yastığımızı düzeltenimiz
üzerimize bir örtü örtenimiz
uyular mırıldananımız olsa
sonra sabahlar
sonra aydınlıklar
sonra erken adım telaşlar
sonra gün
sonra gece
birinin ötekinden farkı bilinse
ve sonra sen artık konuşsan
23 bağlanırken 24'e
sen artık konuşsan
ve ben sussam
ve susabilsem ben
senin konuşabilmeni beklemeden

3 Kasım 2010 Çarşamba

H2O


2 hidrojen 1 oksijen bir araya gelmiş ama su olmamış gibi.
öyle tuhaf...tatsız...bilime aykırı...öyle göklerin şaştığı bir şey gibi.

30 Ekim 2010 Cumartesi

denizde kararti var drama days, sen ne dersin?

şöyle bir güzel kırasım, dökesim, bir de dönüp kırıkları tekmeleyesim var. öyle öfke.

reddediyorum bu hüzünleri. dönüp dönüp 70'leri moda yapmanın alemi yok.


çünkü;


25 Ekim 2010 Pazartesi

close that door

şimdi geleceğim
kapını çalacağım
açacaksın
diyeceğim ki
'hiç'
kapı aralığında nasıl göründüğüne bakmayacağım
kapının ardına
kirpik sıklığındaki nehir ıslağına
mevsimlerin senden alıp götürdüklerine
yüzünden geçen yıllara
bakmayacağım
ardımı dönüp gideceğim hiçten sonra
sen öyle kapı aralığında...
yeşil kadife bir koltuk hayal edeceğim
bir tuluma sarılıp çıkacak karşıma hayal ettiğim kadife,
tuluma sarılı kadifeye sarılı
yeşil gözlü bir çocuk
hayal etmediğim
seyredeceğim
gülümseyişinden taşan kelimeler
yere dökülecek
gülümseyeceğim
yan bakacağım hayata
'dalga mı geçiyorsun'
demeyeceğim
Allah'tan korkacağım
istanbul'dayım diyecek
istanbul oluşunu umursamak istemediğim
ses etmeyeceğim
'hoş...sefa'
demeyeceğim
yalan söylemeyeceğim
sonra sonbahar olacak
sonra kış
muhakkak sarı yapraklar
kuvvetle muhtemel yağmurlar
ve umulur ki kar
yılların içinden geçeceğim
yıllar içimden geçecek

'altın saçlı bir çocuğun saçlarını kirpiklerinden ayırır gibi'


12 Ekim 2010 Salı

Eternal Scars


Julie dedi ki; ebedi izler taşırız hayatta. Geçmeyecek izler. Ancak bu, onlardan ibaret olduğumuz ve bizi sınırladıkları anlamına gelmez. Tıpkı; onların ötesine geçebilmemizin, yok oldukları anlamına gelmediği gibi...
Julie dedi ki; hayatımıza aldığımız her insanla, bir problemler setine sahip oluruz. Başka insan, başka set problemler anlamına gelir sadece. Mesele insanı problemler üzerinden tanımlamamak ve ilişkiye yatırım yapmaktan vazgeçmemektir.
Julie dedi ki; ruh eşi mefhumu is bullshit.

Eternal Scars'ı aldım ve "olamadığımız o insanın yasını tutma"nın yanına koydum. Savaşmak kalmadı.

Pür dedi ki; sen romantiksin galiba.
Mum dedi ki; yapılacak ne güzel şeyler var hayatta.
Pür dedi ki; taşıdığımız korkuları ve o korkuların karşısında kendimizi nereye koyduğumuzu merak ediyorum.
Mum dedi ki; kendini tanırsın, kaçma. Neyi istemediğini öğrenmek de pek ala kokainik bir deneyim olabilir.

Ben gülümsedim.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Never Shall You Be Apart


I, stand humbly, and openly before my God, my family and my friends to publicly declare my love, devotion and commitment to you.

As soon as we shared our first conversation, I knew that I couldn't wait until the next one. In just a few words, you showed yourself to be kind, gentle and just as beautiful on the inside as God made you on the outside.

I promised your father that I would never stop striving to be worthy of the calling of your husband, and now, as you honor me with binding your life to mine, I promise you before God and these witnesses that I will guard that calling with my life. I will cherish your comfort and well being; I will revere your companionship. I will covet only you, and forsake all others. Regardless of good fortune or adversity, I will delight in you unconditionally from this day forward, until death parts us.


I, of sound mind and faith, rest assuredly in your pledge to love, cherish and commit only to me in front of God and these witnesses.

From our very first meeting, I was enamored by your confidence and your flawless kindness. I am honored to be bound in spirit to a man of such character, strength and integrity, and I will make it my life's purpose to be more than just a wife to you. I will be your encouragement in times of peace and strife, I will be your anchor in times of turmoil; I will be your joy in dark times and light.

I promise to be your help-mate and your constant supporter. I promise to stand by your side and put my trust in you and the decisions you make for our family. I promise to be faithful and give myself wholly to you. I promise to love you without reservation and without condition. I promise to be open and honest with you, and to cherish you for all of the days of my life.


Those, whom God have joined together, let no man put asunder.

9 Ekim 2010 Cumartesi

medet


acımadı ki
!



3 Ekim 2010 Pazar

siyah beyaz

eskiden ne kolaydı. seni iterdi, düşerdin, çamur olurdu eteğin, incinirdi gururun, ondan ömrün boyunca nefret ederdin. 'kötü' olurdu o. kötülerle işin olmazdı ki zaten senin. sen de onu ittiysen can havliyle, hak etmişti zaten. kötüler hak ederdi. bir daha da konuşmazdınız. iyiler kötülerle konuşmazdı. diz dediğin de öyle durup durup kanamazdı. yaraların dahi insafı vardı eskiden, yakanı bırakırlardı.

2 Ekim 2010 Cumartesi

mourning

katil bile olsa oğlu, bağrına basar ya anne... içimde bir yer, öyle.

21 Eylül 2010 Salı

terrified


saklansak

içimizin kuytularında
en bilmedik anlarından ömrümüzün
devşirilmiş kaygılar

'taşıyabilecek misin sen o bardağı?'

saklansak

ya beterden de beter,
ya en beter
ve sonra biraz daha beter olursa'lı yankılar
sussa

'kanazabilecek misin sen o sınavı?'

mümkünün ötesinden felaketler fısıldayan yanı zihnimizin
yorgun düşse karamsarlıktan
uyanılmaz uykulara yatsa

'doldurabilecek misin sen o ismin altını?'

önce el ele tutuşmuş
ve sonra kendi merkezine doğru kıvrılan bir burgu olmuş
ve en son 'olmaz'dan ve 'yetmez'den örülü bir kurgu olmuş
ne varsa içimizde...

saklansak.


ya da desek ki


ne, korktuğum kadar kötü oldu şimdiye kadar?
neyi gözüme kestirdim de altından kalmadım?
kolayı ve sakini ve tehlikesizi ararken ne buldum?
ben olurken yol boyu birikenleri şimdi mi unuttum?
dokunuşumla solgun perdeleri dökülen hayatlar boyu minnet yollanmışken yoluma,
şimdi ne oldu da yetmez oldum?



dese insan ve sonra...
...vira bismillah

2 Eylül 2010 Perşembe

bir potansiyel bir potansiyel

Ummuştum ki, yazmadığım ay olmaz. Kendimi tanımıyormuş gibi... Ummanın tanıma hali.

Şimdi Eylül. Şimdi yağmur, rüzgar. Şimdi en sevdiğim mevsim.

Beynimin bir "yazmaya değenler" kriteri var ki... İşimi hiç kolaylaştırmıyor.
Yetmezmiş gibi "söylemeye değenler" - "yaşamaya değenler" gibi kriterleri de var... Ki... 100 yıl sonra kimse tarafından alıntılanmayacak bir söze çıkıyor yolları.

"Çok acayip harika bir şeyler yapabilirdim hayatta ama tam olmaz diye, hiçbir şey yapmadım."

peki.

27 Haziran 2010 Pazar

Zaman hep dar. Ben hep atıl.


Sulamadığım çiçeklerim var. Ölmelerinden çok korkuyorum. Birgün boş saksılara bakıp ağlamaktan... Zamanı geri istemekten... Zaman benimken yapmadıklarımın pişmanlığını taşımaktan...
Kendimden nefret etmekten...

Zaman hep dar. Ben hep az.

19 Haziran 2010 Cumartesi

16 Haziran 2010 Çarşamba

Al Kil Hö


Şimdi... Müziğin insan ruhu üzerindeki etkileri ve ruhun gıdalığı üzerine döktürmek de mümkün tabi ama... Çekemeyeceğim döktürmelerimi. Kısaca, that bleach-blond girl olmasaydı, ki biz ona kısaca bitch blond girl de diyebiliriz, sahip olabileceği hayata ve hayal müstakbeli kayınvalidesinin please, can you make some beautiful babies ricası üzerine dünyaya gelecek Tom ve Japonya doğumlu Susan'a hasta oldum. Bir de tabi, that bleach-blond girl'ün estetik ameliyatlarını ödeyecek full of money model Brandon var. O ayrı... Soko. I'll Kill Her


14 Haziran 2010 Pazartesi

eleştirmen kişilikler enstitüsü


fark ettim ki, bir insanın başkalarına yaptığı eleştirilerden, o kişinin kendisiyle ilişkisine dair enteresan bilgilere sahip olunabilir. dışarıdan gözümüze batanının muhtemelen içimize batan bir karşılığı var.

yeniden inanmak için


XVII

I do not love you as if you were salt-rose, or topaz,

or the arrow of carnations the fire shoots off.

I love you as certain dark things are to be loved,

in secret, between the shadow and the soul.

I love you as the plant that never blooms

but carries in itself the light of hidden flowers;

thanks to your love a certain solid fragrance,

risen from the earth, lives darkly in my body.

I love you without knowing how, or when, or from where.

I love you straightforwardly, without complexities or pride;

so I love you because I know no other way

than this: where I does not exist, nor you,

so close that your hand on my chest is my hand,

so close that your eyes close as I fall asleep.


Pablo Neruda

10 Haziran 2010 Perşembe

bir artı bir



hazirandan kalma bir gece
geceden kalma bir düş
düşten kalma bir bulut
buluttan kalma bir damla
damladan kalma bir dünya
olsam...

o haziran gecesi toprakları ıslayan bir çisil yağmur olsam...

o çisil yağmura toprak...

o toprağa bahar...

o bahara aşk...

o aşka kurban...

o kurbana ismail..

o ismail'e zemzem...

o zemzeme pınar...

o pınara menevşe...

o menevşeye kök...

o köke cansuyu...

o cansuyuna can...

v.yaka

stephan

9 Haziran 2010 Çarşamba

rüya görmek tehlikeli ve yasaktır



ne güzel bir yalansın. inanmak istiyorum sana. geçmiş inanmışlıklarım olmasa, kanardım. kanamış olmasaydım vaktiyle, ilk sana kanardım. dünyanın merkeziyim. 23°27' benim eserim. hayat güzel. yeşil daha yeşil. mavi daha deniz. gök daha bulut sanırdım. güldüğünde sen, yer üstünde acı çeken kimse kalmıyor. inanırdım.

bir evin, bir köşesinde, bir kadın. iki kolunu sarmış bedenine. iki büklüm. kendini bir arada tutmaya çalışır gibi. ağlamıyor. artık. hiç. üzülmek. olmuyor.iki kanadını birden açtığı pencerelerde, rüzgar olup saçlarından geçiyor sabahlar. çivit mavisi panjurların gölgesi patiskalar üzerine ne güzel de vuruyor. ateş üstünde çaydanlık. ateş kırmızı. dudaklarda buhar oluyor ıslıklar. dudaklar kırmızı. masa etrafında dört sandalye. masa kare. iki tabak. beyaz. yuvarlak. kapı eşiğine yaslı 'günaydın'. taze yıkanmış yüz. serin, ferah, huzur. emniyet. iki el, kendini kollarıyla sardığı yerde. kendisinin olmayan iki el. kulağında fısıltı, boynunda nefes; 'iyi uyudun mu?' 'uyudum' diyen gülümseyiş. emniyete bırakılan beden.

iyi uyudum... öyle iyi uyudum ki, bir rüya gördüm. geri döneceğini bildiğim akşamlara uğurluyormuşum seni. kapının aralığında gözlerim. korkmuyorlarmış. bilmek varmış. geleceğini bilmek. bilmenin yüzünü kara çıkartmıyormuşsun. inanmak ahmaklık değilmiş.

sonra uyandım. kollarımı etrafıma sardım. uzadı ve kısaldı gölgeler. ben aynı kaldım.


6 Haziran 2010 Pazar

Masumiyetin Kanıtlanana Kadar Suçlusun



Çocuklarımıza ilk önce kendini suçlu hissetmeyi öğretiyoruz. Onay almadıkça doğru yaptığından emin olmamasını sağlıyoruz. Böylece, var olduğunu hissetmesinin neredeyse tek yolunu onaylanmaya bağladığımız çocuğun ipleri tümüyle elimizde oluyor. Kendisi olmasına olanak tanımak, kendisini inşa etmesi yönünde yüreklendirmek yerine; istediğimiz sınırı çizip, istediğimiz şekli verebiliyoruz ona. Olmasını istediğimiz şey kılıyoruz onu. Olmasının doğru olacağını bildiğimiz .!. şey. 'Ablaya öyle denmez', 'Büyüklerle öyle konuşulmaz', 'Sokakta böyle yapılmaz'lar aşamasına geçiyoruz sonra. Onaylama gücü ablaya, büyüğe, sokaktakine geçiyor ve hayattan ne istediğini bulmak yerine, ondan ne istendiğini keşfetmeye başlıyor çocuklar.  Bir memnun etme şizofrenisini beliriyor. Ne kadar aferinin varsa o kadar varsın. Ve bu aferinlerin standart bir kriterleri de olmadığında, alt benler ortaya çıkıyor. Mahmut amcadan aferin alacak ben. Süheyla teyzenin onaylayacağı ben. Bekir abinin sırtını sıvazlayacağı ben. Ah... Tabi, Mahmut amcanın, Süheyla teyzenin huzuruda iken vereceği aferin ile Bekir abinin huzurunda vereceği aferinin de kriterleri farklı olduğundan, balatalar iyice ısınıyor. Alt benlerin de alt benleri oluşuyor.



Sıklıkla duvara tosluyor, var olmanın yolunu onaylanmak bilen çocuk/ergen. Ne olduğunu keşfetme yolcuğu çoktan unutulmuş, ne olması gerektiği ile ilgili öngörülemez törpülenmelere göğüs geriyor. Üzerine olmayan elbiseler içine tıkıştırılıyor mütemadiyen ve elbiselerden taşan yanlarından utanıyor. Olması gereken kişi olmayı beceremediğini düşündüğü kendisini suçluyor. Sonra değişiyor isimleri Mahmut'un, Süheyla'nın, Bekir'in... Öğretmen oluyor. Sevgili oluyor. Patron oluyor. Karşınıza gelen herkes biri olmanızı istiyor sizden. Kim olduğunuzla ilgili tanışıklığınızdaki kısırlık, o biri olma talebini can simidine dönüştürüyor. O'ymuş gibi oluyor ve bir şey olmanın tatminini de kendin olmak sanıyorsunuz. Ya da...




Ya da... Bir gün, bir yerde, bir şekilde, kendine has olma ihtimali ile tanışıyoruz. İthimali mümkün kılma yolunu seçersek yürümek üzere, sesler çıkmaya başlıyor çevreden. Değiştin. Sen böyle değildin. Hiç yakıştıramadım. Bunu senden beklemezdim. 'Benim istediğim değilsen hiçsin'ci mantalite, hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, iyiliğimizi düşünüyor. İyiliğimizi düşünmesini isteyip istemediğimizi düşünmüyor ama. Olmaya karar verdiğin sen, seni varlığının bir uzantısı gibi görmeye alışmış gürûhun kapsama alanından çıktıkça, çatışmalar başlıyor. O güne kadar onay mercii olmuş ana mekanizma, kendine has olmaya başlayan bireyin bağımsızlaşması sürecini varlıksal bütünlüğüne tehdit olarak algılıyor. Çünkü; seni bir uzvu gibi yönetmek, senden çok onun işine yarıyor. Seni, onaylanmadıkça var hissedemeyen bir organizma olarak programlayan sistem, onaylamakdıkça/reddetmedikçe, iktidar sürmedikçe var kalamayan bir yapıya dönüşmüş oluyor. Kendin olman, onun kendisi kalamaması anlamına geldiği için, caydırıcı mekanizmalar devreye sokuluyor. Elalem ne der? Ne emekler... Hak edecek ne yaptım? Yemedim. İçmedim. Giymedim. Süpürge saçlarım...



İhtimaldir ki, vaktiyle kuvvetle köklendirilen o en eski öğretiler, canlanmaya başlıyor bu noktada. Suçluluk. Keşke öyle demeseydim. Ne olurdu biraz ses etmeseydim. Kanlanıp canlanmaya başlıyor ana mekanizmanın suçluluk duygusu üzerinden beslenen kanalları. Yeniden, kapsanan küme olma yolunda ilerliyorsun. Kesişen küme olmak, razı olunası kuvvette bir iktidar vaad etmiyor ana sisteme. Kendini yok ederek, onu var kılmayı seçiyorsun. Çünkü kendini var kılmak, bencilce. Ayıp. Elalem ne der... Kimsenin olmadığı kuytularında bile içinin, yüzüne nişan almış bir işaret parmağı hep seni gösteriyor. Hep, senin yüzünden...

5 Haziran 2010 Cumartesi

benim canım...


Bugün olmadığın o kişiye yazılan mektupları çift rakamlı yıllar sonra dönüp okumak... Detayların neye işaret ettiğini hala hatırlamak... Aynı esprilere, aynı hazla gülmek... Sıradışı.
Dününün temel direğinin yerinde esen yellerde savrulurken saçları bugünün, zamanın içinden çekip alma isteği o günkü seni ve onu, kuvvetli.
Mümkünü olmadığını bilmek... Ne elinin değdiğinin, ne değen elinin aynı olmadığını bilmek... Hayal kırıklığına gebe.
Bugünkü beni tanısaydı o günkü o, severdi belki fikri, ince kesikli çizik.
Yol üzerindeyken hangi dönemeçte kaybettik birbirimizi? Ben mi daha çok hata yaptım, o mu? Neyi başka yapsaydım farklı olurdu?
Boşuna...
Sahip olamayacağın bir şeyi özleme çaresizliğinin üstüne, bir vakit sahip olabilmiş lakin sahip kalmayı bilememişliğin ıstırabı eklenince, yürek...mektup ucu gibi. yanık.


Hayatımın şahid olunası kelimelerinin şahidi... Bilsem ki bugünün benini alıp gelsem bugünün senine, geçmişin bizinden iz buluruz diye... Gelirdim. Ama biliyorum ki hayat, inançlarımızı azalttı. Hatırlamıyoruz artık birbirmiz için ne olduğumuzu. Hayatı aleyhimize sanırken yan yana durmanın ne demek olduğunu, bilmiyoruz artık. İntikam almayı, ben meftunluğunu, kini öğrendik. Kelimeler birbirimiz için keskin artık. Kınlarında kalmaları daha iyi. Hiç değilse hatırası kalsın bir vakitler güzel olanın.

4 Haziran 2010 Cuma

this is me not caring

Geçenlerde fark ettim ki; bana sorulan sorulara iki farklı cevabı var zihnimin. Biri otomatik. Ben, bugünkü ben olarak ne yapardım. Biri de düz. Ben, başka bir hayatta, dümdüz ben olsaydım ne yapardım. Acıdı tabi biraz. Zira tek bir hayat var, onu da olduğundan emin olmadığın birinin cevaplarına göre geçirmek, fena. Gözünü sevdiğimin inkar mekanizması sardı yaralarımı hemen. Kuvvetine yandığım. İdrak öncesi gibiyim, gıcır. Da... Arada böyle. Geliyor bazen... Fuck it diye. Bu öyle biraz. O zaman. Haydi buyrun, hep birlikte...


19 Mayıs 2010 Çarşamba

collapse

 

. Telefon çalarken, buluşmaya giderken, e-mail'i açarken gelecek siteme kendini hazırlamak zorunda olmamak, arkadaşlıkların yük olarak taşınmadığı bir sistem kurmak hayatta, nasıl bir konfordur?

. Sitemin halleşmeden farkı gayret iken, ikisini bir sanmak, sitem ile halleşmekte olana kırılmak doğru mudur?

. Hayatı 'benim' diye sahiplenmenin, sonuna imzasını atacağı bilgisi ve keyfiyle yaşamanın yolu nerede bulunur?

. Teslimiyetin sınırları tuttuğu topraklarda, mülkiyet kimin hükmü altına girer?

. Kulun Yaratıcı'ya kırgınlık duyabilecek kadar yakın olması nasıl bir haldir?

. Yaratıcı'nın kula kırgınlık hali üzerine nasıl devam edilir?

. 'Uzak' bilinmiş olana nasıl yakın olunur?

. İnsan kendini nerede bulur?




. Acımasız iç sesleri katlin cezası nedir?

6 Mayıs 2010 Perşembe

ben bugün normal insan oldum

bugün değişik bir şey yaptım. erken uyudum. erken uyandım. erken uyanınca da dünyayı kurtarırım sandım. bir değişik oldu gün. günün ilk ışıkları, kuş cıvıltıları filan... hayat güzel olabilir sandım. stefan dedi ki; düzen iyidir, insanı kandırır. kanalım o zaman. hep birlikte sanalım.

2 Mayıs 2010 Pazar

yara


yarası olmayanı yaralar. olanın vay haline...




Eski Yara - Nurettin Rençber

27 Nisan 2010 Salı

düzgün

'düzgün'lük yüzde yüz bir tercih değil sadece. yüzde yüz yaratılış da değil. sadece olduğum şekil bu. bunu değiştirmeye çalışmak durmayacak üzerimde. kendi olmayan eline yüzüne bulaşır insanın. üstelik...bundan ibaret değilim. 'düzgün olmayan' yanlarım var. çok eğlendiğim. belki de en çok, düzgün olmayan yanlarımla bir olup düzgün yanlarımla kafa bulduğumda eğleniyorum. ama bu, kendimi onlardan ibaret kılmam gerektiği anlamına gelmiyor. ben bir kombinasyonum ve nasılsam öyle iyiyim. biri olduğumda diğerini inkar etmiyorum. hala o kadar, diğeri kalabiliyorum. canım kime isterse, ona düzgün olup, istediğimi düzgün olmayabilirim. beni x tanımlaması birinin ona y de olduğumu anlatma ihtiyacı doğurmuyor bende... ya da beni y bilenlerden x'i saklamak için çırpınmıyorum. benim denklemimde; x, y'den münezzeh değil.

bir de; düzgün, kenarları makasla kesilmiş bir kelime. ve kullananı güdük kılıyor.

iddia


ben kendimi önemsemem gerektiğini yıllarca bilmiyordum. sen başkasını önemsersin, başkası da seni önemser, karşılıklı mutlu olur herkes sanıyordum. öğrendim. öyle değil.

sonra kendimi fazlaca önemsemeye başladım. fazlacası, telafi derdi belki. kendini bir şey zannetmek değil burada kastettiğim şey. canımın ne istediğini ilişkilerin, geleneklerin, anlık önceliklerin önünde tutmak. ve görüyorum ki, bu da değil.


beslemediğiniz her şey bitmeye başlıyor. bir ucundan tutmadığınız dallara yaslanmak akıllıca değil. ne birini/bir şeyi sonsuza dek taşımak mümkün; ne de yaslanmak, sonsuzca taşınmak üzere.

özeni yitirdim sanki. kıymet bilmeyi. emek vermeyi. minnettar olmayı. vefayı. ki bunlar, iddalı olduğum özelliklerdi. kenan hoca demişti "Allah insanı en iddalı olduğu yerden vurur." ve 'keşke' zehirli bir kelimedir.

bir denge bulmak lazım şimdi. kendini ayak altına sermediğin, karşındakini göz ardı etmediğin bir denge.

deneme yanılma... denemezsen yanılmazsın mı demek? denedikçe yanılıyorum, yanıldıkça başka şekilde yanılmak için başka şeyler deniyorum. hani 'kabul' ferahlatır, kabul edin rahatlayıncı ekoller var ya. kabul rahatlattığı kadar yayarmış bir de, ben bunu gördüm. tembelliği meyyal benim ruhum, efenim, erteleme en sevmediğim huyum dedikçe, yerleştim, kök saldım.

o kadar. hatırlayayım diye sonra. toparlamadan yazsan da olur, mükemmel kılmak için ertelemekten yapılamıyor pek bir şeyler çıkarımından.

öyle.

26 Nisan 2010 Pazartesi

anlam

kendi kabuğumu sımsıkı sardığımda çevreme, hayat ne kolay. ne...tatmin edici. ne...ben yaptım, oldu; hem de ne güzel oldu. başka hayatlar görmek açtığı ufuklarca mutsuzluk yığıyor içime...kimi zaman. eksik kalıyorum. kimse yapmıyor olsa yapılası şeyleri, bilmesem, ne kolay göz yummak. kendime.

küçük hesaplarımı çuvallara doldurup yakmak, küllerini boğaza saçmak istiyorum. ama hiçbir zaman yapmayacağım. ne kadarsam o kadar kalacağım hep. bazen ikna edeceğim kendimi bîhaber mutluluklara. bazen idrak modunda...ağzımda bir kekremsi tat...uykudan bir perde çekeceğim gözlerimin önüne. uyuyayım, geçsin. unutayım, geçsin.

anlam ararken, anlam var sanırken, anlamı eksik bulurken, anlamı tanımlarken, anlamı restore ederken, anlamı yitirirken, anlamı anlamsızlaşırırken, anlamı kurgularken, anlamı anlamlı kılarken, biraz anlar ve biraz anlamazken bitecek sonra bir yerde. kim olmayı seçersem o olacağım inancının içindeki hava uçup gidecek; ben, olmayı değiştiremediğim o kişi olarak gökyüzünü seyretmeye başlayacağım.



Adio Kerida . Yasmin Levy

13 Mart 2010 Cumartesi

etimde bıçak yarası ya giderse korkusu

birgün hayatımı baştan seyredip kendime çok üzülecekmişim gibi geliyor. sonra geçiyor. iki ileri, bir geri. insanın, olmak istediği o kişi olmayı asla başaramayacağını anladığı andan sonra tadı kaçıyor hayatın. hep bir acımtırak yan. kendinle halleşemiyorsun. halleşmesen geçemiyorsun. sen geçemeyince, hayat geçmiyor. sonra bir sabah uyanıyorsun, ne fark edecek ki diyor içindeki ses. cevap veremiyorsun. ne fark eder ki?


22 Ocak 2010 Cuma

çünkü, ben eskiden maviydim.


rüyamda lise öğrecisiydim yeniden. eski okulumun koridorlarında yürüyordum yanımda arkadaşlarım, sınıflardan çıkan bildik yüzler. binanın o aynı noktalarından içeri dolan ışık. içimde duyduğum o zamanlara has his. coşku mu? her şeyin üstesinden gelebilirim fikri mi? hayatımı istediğim gibi yapacağım ve olmak istediğim gibi mutlu olacağım inancı mı? bilmiyorum. yaşadıklarına, hissettiklerine, adımladığı koridorlara, hayatın özüne hakim bir histi içimde, tanıdık. ve "hakikatten hayat bir daha hiç lisedeyken olduğun kadar güzel olmuyormuş" dedim kendi kendime. bir yandan tadını çıkartırken bir yandan da hayal kırıklığı yaşıyordum çünkü içimde bir yerdeki gizli bir bilgiyle biliyordum ki lisede değildim. bu da demekti ki hayat bir daha hiç o kadar güzel olmayacak. kırıkların üstüne basmaktan yorulduğum için mi vazgeçtim hayallerden acaba?

bir arkadaşım 'insanlar olamadıkları şeylerin yasına zaman ayırmalılar' demişti. hayat beni mutlu etti. bildiğim şekilde, olurum sandığım biçimde değil ama hayat beni mutlu etti. REMe eşlik eden hızlı göz hareketlerinin bilinçaltımdan çıkardığı o 'bildiğim, birgün olurum sandığım'sa başka bir şeydi. bugünü olamadıklarımın yasına ayırıyorum.

13 Ocak 2010 Çarşamba

disijın meyking mekaniyzm

galiba insan iki seçenek arasında kaldığında, hangisini seçeceğini biliyor en baştan beri . 'karar verme' dediğimiz süreç insanın kendisini, diğer seçeneğin daha az seçilesi olduğuna ikna etmesinden geçiyor. çünkü insan neyi seçse, aklının bir köşesi diğerinde kalıyor.