23 Haziran 2009 Salı

geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

depresif insan kişisi için günün çok pis bir anı vardır. beden artık uykuda değilken ama tam da uyanmamışken, bilincin kapalıdan açığa geçmekte olduğu o anlık zaman dilimleri... üzerinde sallanmakta olan demirden külçeyi/duygu durumunu fark eder ama sebebini çıkartamaz bir an. 'canım çok sıkkın benim ama ne oldu ki böyle hissetmeme sebep olacak' derken, dibinde yatmakta olduğu asansör boşluğu, halatı oluşturan çelik liflerin bir bir kopuşuyla yankılanır. üzerine düşmekte olan otisi seyrederken, insan birden, hatırlayıverir gerekçelerini.

full depresyon geçerken bir günün içinden, bir nevi gardı yerindedir insanın. yer ile yeksandır ve gidebileceği daha dip ve korkulacak daha kötü bir şey kalmaz. bilincin ne olup bittiğini tam idrak edemediği o geçiş anları ise, berbat anlardır. "bana ne oldu" diyerek yerden yükselmekteyken ezerler insanı. gard da yerde, umut da...

elisha graves otis'in mekanı cennet...

18 Haziran 2009 Perşembe

See! It is still me.

aslında sadece alıntı ama kederli ve gerçek bir yüzü var bu cümlelerin. üzerinde düşünmek üzere kendime not;
...

For a moment I wondered if we had all become cartoons of ourselves, completely figured out by everyone else.

Was that what adulthood was? Being a sad reminder of what we were before?

Did we really spend our teenage years desperately wanting to figure out who we were? Making a statement of who we were definitely not (if the former endeavor proved too complicated)? Trying to be what we were not, proving that we could be cool and collected and comfortable in our skin?

All just for adulthood to be a pilgrimage back to find who we were in the first place?

Was it there where we were heading?

Was adulthood just desperately holding on to our former selves, trying to say: ‘See? It is still me: I’m not my job, my husband/wife, my kids, my politics, my beliefs, the toothpaste brand I buy over and over at the supermarket’?


...

14 Haziran 2009 Pazar

sınırlar


dirseklerim dizlerime yaslı, yüzüm avuçlarımda öylece dururken, içimin seslerinin 'sınır'lı cümleleri dikkatimi çekti. bazen, biraz belirlemem lazım sınırlarımı cicim, bazen de, ay öyle sınır mınır daral geldi, esnek olmalı insan biraz şekerim diyen, kendi kendiyle çelişen ancak sınırlara takmışlığında istikrarlı iç seslerimi dinledim ses etmeden. hangi ara buraya takıldım, bu da 2009 modası diyordum ki, dank etti.

dedim ki kendime; ben bir hükümdar olsam, bileyim isterim neler olup bitmekte ülkemin sınırlarında. bileyim isterim ancak hükümdarlığım sınırları değil, sınırların arasını yönetmişliğimden alır manasını. uçsuz bucaksız ovalarım varsa benim, toprağım üstünde at koştururken, yüzümü sarmışken rüzgarın saçlarına, sınırların derdi aklıma düşmez. lakin, üç kulaçsa ülkemin eni boyu, adım atsan sınırlarla burun buruna...

anladım ki; mesele sınırları oluşturan çizgiler değil, o çizgilerle çepeçevre kuşatılan alanlar aslında. yiğitsen toprağını genişlet. şimdi, bilincimin o bana belli etmeden yuvarlak masalı beyin fırtınaları kopartan bölümü işlemekte, insan toprağı nasıl genişler acep?

1 Haziran 2009 Pazartesi

falling slowly


hayatta bazı anlar vardır, sıradandır. günün öylesine bir noktasında gelir. geçer. ama o kadar kolay değil.

muhattabınızla ilgilidir konuştuğunuz konu. o anlatır, siz dinlersiniz. anlamaya çalışırsınız. bildiğiniz destek olma biçimleri sıralarsınız zihninizde. aralarından seçersiniz. usul usul daha iyi hissetmeye başlar. gözlerindeki uzak bakışlar zamana ve mekana dönüş yapmaktadır. döner size beklemediğiniz bir anda ve sorar;
peki sen hayatınla ilgili ne düşünüyorsun canım benim?
bir sessizlik dolar kulaklarınıza. şehir meydanındaki yaya trafiği yavaşlar, başlar belirsizce olduğunuz yöne eğik. kendi etrafında dönen bir rüzgar uğultusu sarar gök boşluğunu. cevap; hayatımla ilgili düşünmüyorum'dur.
düşünmeye başladığımda o kadar çok korkuyorum ki, düşünecek bir şey yokmuş gibi davranıyorum. düşünmeye başlarsam olmasına izin veririm, olmasına izin verirsem de en kötüsü gelip benim olur diye korkuyorum ve alakasız bir konunun beklenmedik bir yerinde taşlar aleyhime dönünceye kadar da bunu gayet iyi başarıyorum.
bu veremeyeceğiniz cevaptır. kendinize bile. verebileceğiniz versiyon ise sorulmamış bir sorunun muhattabıdır ve sorulmamış soruların muhattabı cevaplar bile bir soru karşısında boşluğa bakmaktan daha iyi bir izlenim yaratır;
mutluyum ben.
mutlu musun denmemiştir. mutsuzsun, hiç denmemiştir. bir hı-hım alırsınız karşılığında.

şehrin trafiği akmaya başlar. boşlukta dönen rüzgârın uğultusu, meydanların yeniden hızlanmış ayak sesleri arasında duyulmaz olur. konu, muhattabınız tarafından bir önceki istikametine doğru sürüklenirken, odanın ortasına soluduğunuz kelimeler gittikçe daha savunmacı gelen bir yankıyla yinelenir kulaklarınızda.

mutluyum ben
.

kadınlar, kadınlar, dağlara doğru...

kadınlar seyrediyorum, yıkılmış, virân kadınlar... tutulmamış sözlerden ibaret buketler taşıyorlar ellerinde. gözlerine bakarak sonsuza dek sözünü veren adamların sonsuzlarının ne kadar da kısa sürdüğüne şaşıran, aldatılmış kadınlar... kendilerini sorgulamaya başlıyorlar. bir suçlu aramaya, bir sebep bulmaya ve onu ortadan kaldırmaya çalışıyorlar... öfkeleniyorlar. kırıyorlar. kırmak istemiyor, engel olamıyor, kendileri kalamıyor, parçalıyorlar. sen benim kal ama ben başkasının olayım diyen adamlar, ne istediklerini bilmeden yeni vaatler seriyorlar kadınların ayaklarına, hata yaptım, gitme, dayanamam... bundan böyle, sen nasıl istersen öyle... içlerindeki öfkeyle halleşemiyor kadınlar. sınırları deniyorlar. neredeydin, yine mi gittin, zaten beni hiç sevmedin. 3 kez cevap veriyor sen ne dersen o adamlar, 5 kez... sonra, özür diledim ya... huzur ver!

insanların vermediklerini almayı beklemesi ne zamandır adet?
dikmediği ağaçtan meyve bekleme ahmaklığı hangi kabilede gelenek?

biraz önce karşımda oturan çocuk-adam bir hikaye kahramanı olsaydı, yazar onu yağız delikanlı diye yazardı. "Kuzgun siyah saçları, bir yere uzun süre sabitlese ses getirecek bakışları, uzun ince bir bedeni vardı. Özenmekse adı, özenmiş Yaradan..."

gözlerini kucağına indirip oturdu. ne karısının gözlerine, ne benim gözlerime, ne de ne yaptığını bilen herhangi birinin gözlerine bakacak hali yokmuş gibi... gözleri ellerinde... oturdu. oysa karısı biliyordu, ben biliyordum, kendisi biliyordu; bir daha yapacaktı. 4 yıllık birliktelikte, vakti geldikçe yaptığı gibi... 1 yıllık evlilikte, vakti geldikçe yaptığı gibi... 3 aylık babalıkta, vakti geldikçe yaptığı gibi... Ahmet'e gidiyorum deyip O'na gidecekti. Ali'yle buluşacağım deyip, O'na gidecekti. Mesaiye kalıyorum deyip O'na gidecekti. adam ne dese kadının inanmaması, nereye gitse O'na gitti sanması bundandı. bugün değilse bir gün... şimdi değilse bir zaman... gidecekti. kadın biliyordu. ben biliyordum. adam biliyordu.

21 yılda kaç kere yıkılabilir insan? kaç kere kendini kandırıp kaç kere bu kez sona inanabilir? kaç yerinde kurşun yarası varken devam edebilir atmaya insan kalbi? kaç yerinden delinirse batar gemi?

aldatılma girince bir ilişkiye, o ilişki tamamen dönüşüyor, kişiler dönüşüyor... birlikte olmaya karar verdikleri o kişi olarak kalamıyorlar birbirlerinin gözünde. başka iki kişi olarak o aynı ilişkiyi sürdürmek de mümkün olmuyor.

beğenmeyen inebilir bu gemiden? sandığı gibi değildir, başka bir gemide gözü kalmıştır, gider... ama bu gemiyi delmeden... yelken iplerini kesmeden... dinamitleri ateşlemeden... ki, çizilebilecek bir rota kalsın geride.