22 Aralık 2014 Pazartesi

manuş baba



hiç görmek istemediğim insanlar var. 
aklımdaki gibi kalsınlar. 
aklım güzel.
gerçek neme gerek?
güzel yeter. 

6 Aralık 2014 Cumartesi

küfretmenin ağrı kesici etkisi - the türkçe küfredememek

Hani insan belli bir yaşa gelince başkalarına sınırlar çizmeyi, kendi sınırlarını korumayı, olur olmadık yerlerde bahçesini talan ettirmemeyi öğreniyor ya...bullsh*t! Gün gelip kendini burnuna kadar "sana ne ayol" bir mevzunun içinde buluyorsun. Mevzu olsa olsa "eziyet etme, bile isteye incitme, hassastır" kıvamında. Benim hayatım bu kıvamın bir yanında geçmiş zaten. Kasten ötesine adım atmışlığım vaki değil. Sırtım duvara yapışık, o derece. Hal böyleyken, başkasının ağrılarını boynuna dolayan başım ey. Şöyle bir tavsiye vermek isterim sana, sana ne! Mind your own fricking business.

Bir migrene teslim olmuşum ki; ben diyeyim mengene, sen de darbeli matkap. Kendini bana yük etmiş kimse de yok üstelik, olay bizzat benim kendi mallığım. Azıcık suları yoklamak isteyen bir tavır karşımdaki olsa olsa. Anlamazdan gelirsin olur biter. Yine çalarsa kapın, duymadım dersin yahu, ne? Silkelesem omuzlarımdan şu dünyayı, o da rahat etse, ben de.


23 Ekim 2014 Perşembe

Nesine?



Oldum olası çok severim sonbaharı. Hele eylülü. Karşı koyulması güç bir melankoli de getirir beraberinde ama ben hüznü de severim. Dört gözle beklerim sonbaharın dinginliğini. Bugün farklıydı ama... Erken çiçek açan kiraz dalları gibi bahara durdu kalbim. Baktığımda belli bir sebebi yok. Biraz daha yakından bakınca ise sevmelere doyamam sebeplerimi.

Hava ılıktı mesela bugün. Hala sonbahar ama baharı bir tutam fazla. Beşiktaş'a indim, nicedir gitmediğim pasajlara girdim. Kuytu köşelerdeki esnafın burnundan kıl aldırmayan tavrıyla sınandım. Turkuaz şahane de, hiç mi pazarlık payı yok arkadaşım? Yokmuş. Çay içip muzlu pasta yedim bir kafede. Bayatım ben, alma beni, diyordu camekândan. Dinlemedim. Yanılmadım da. Yıllar önce aynı köşede çay içtiğimiz arkadaşımı düşündüm. Hayatlarımızda değişenleri, hiç değişmeyenleri, ne değişirse değişsin değişmeyen bakışlarla birbirimizi dinleyebilişimizi. Özlemek takıldı boğazıma, kalktım. Rüzgar ılık, keyfim çakır, meydanın denize bakan tarafına yürüdüm. Çınarların altında oturdum, yirmi üç yıldır kalbi göğsümde atanı aradım. Deniz masmavi oldu sesi gülümsedikçe. Hayat kolaylaştı, telaş el etek çekti meydandan. Şehrin tüm kuşları aynı anda havalandı, ben güzelleştim o sevdikçe. Sonra, çok yıllar boyu çok yakın olduğum, zor yıllar boyu uzak düştüğüm, tamamen kaybetmek üzereyken ucundan kavradığım o yüreğin bugün anne olduğunu öğrendim. Haberi duyar duymaz içimden çıkan coşkun sevinç duraksattı beni. On üç yaşındaydım o an. Yere uzanmıştık bacaklarımız duvara dayalı. İki kanadı da açıktı odasındaki pencerelerin. Başlarımızın üzerinde tüller uçuşuyordu. Ağustosun son günleri serin rüzgarlar getiriyordu Karadeniz'den. Boyumuza büyük gelen hayatların düşü başımızı döndürüyordu. Hiç şüphe yoktu, çok aşık olacaktık. Çok aşk, çok güzel annelere dönüştürecekti bizi. Onun kızı minik burunlu, kıvırcık saçlı. Benimkinin bakışları az biraz muzur, kaçınılmaz olarak tombul yanaklı. Minyatür versiyonlarımızın hayalini kuruyorduk aslında. Tıpkı bizim gibi, çok iyi arkadaş olacaklardı. Biz pencerenin yanında kahve içerken, onlar bacaklarını duvara dayayıp hayal kuracaklardı. On üçüncü yaşımızın hatırası kurduğumuz hayale karıştı. Arayıp tebrik ettim. Nasılsın, dedim, gerçekten nasıl olduğunu merak ederek. Nasıl olduğunu anlattı bana, gerçekten nasıl olduğunu bilmemi isteyerek. Minik burunlu oğluna kardeşinin adını verdiğini söyledi, iki yanından sardık çok sevdiğimiz kardeşinin hatırasını. Canım, dedim, çok...çok mutluyum senin adına. Kalbimi bastım sesime. Bilsin istiyordum çünkü, araya giren mesafelere ve kaybettiğimiz onca şeye rağmen, saçları birbirine karışmış, tavanı seyreden iki kızdan biriydim hâlâ. Gülümseyen sesinde buldum o anı, yanıma uzanmış elimi tutuyordu. Eve döndüm sonra. Uzaklardan ses verdi bugün burnumu sızlatan. Bir türkü dinledim, seni nasıl da gülümsetirdi diye düşündüm, dedi. Daha türküyü dinlemeden gülümsedim. İnce bellerden hayfını alamayanların ahı da sebep olanların başına. 

Böyleydi işte bugün. Şimdi düşününce, daha ne olsun, değil mi? Daha da olsun, hep olsun, hep daha güzeli olsun. 

14 Ekim 2014 Salı

ara sıra, bazı bazı

Kimi şarkıları kimi anıların arasına koyup katlıyoruz. Sonra bir yerde duyunca o şarkıyı, anılar dökülmeye başlıyor raflardan. Kimi insanların sesleri içimizin unutulmuş yollarına çıkıyor. Mazhar şimdi elimden tutmuş ah bu ben diyor, kendimi nerelerde bulsam. Hayat acayip. Ve kelimeler. Şarkılar da öyle. Hepsinin bir araya gelip aklı alıp gittikleri yerler hele. Her şey başka acayip.

Duygularsa pek başlarına buyruk. Anlatırken biri 'şöyle oldu, böyle bitti', ortaya çıkıyorlar neye uğradığını anlayamadan. Benim bile değillerken üstelik, dalıveriyorlar geçmişin odalarına. Hey anılar, sizden bahsediyorlar, çıksanıza. Çıkmayın. Saçmalamayın. Lavanta gibi iliştirip şarkıları yakanıza, katlamadım mı ben sizi tek tek? Ayak altında ziyan olmayın diye katlayıp da kaldırmadım mı özenerek? Şimdi bir deli bozuk vaveyla kopardı diye, etmeyin. Sokaklardan toplatmayın bana kendinizi. Ne size katacak o kadar şarkım var artık, ne de hepinizi en baştan katlayacak takatim. Hadi kalkın da yerinize yatın, üşüyeceksiniz.






30 Ağustos 2014 Cumartesi

ölümünden değdim yaşamına

Benden iki yıl sonra doğmuş, beş gün önce öldü. Ömrünün şahit olduğum tek yeri ölümüydü. Bir filmi geri sarar gibi dönüp ondan kalanlara baktım. Gördüğü mekanları çalakalem çizmeyi, yanlarına notlar düşmeyi, Nazım Hikmet'i kendi sesinden dinlemeyi severmiş. Karalamaktan, satır kaydırmaktan, okunaksızlıktan korkmazmış. Nevruzu, Londra'yı, sokakları, denizi, göğü, kuzey ormanlarını, geçmişi, reddetmeyi ve hatırlamayı bilirmiş. Kitap okurken bazı satırların altını, bazı satırların üstünü çizermiş. Hatıralarını fotoğraf, resim ve kelimelerle saklarmış. Adı kısa, soyadı birleşik, gözleri kadraj, kelimeleri gelişigüzelmiş. Sarı çocuk saçları varmış, henüz ölmeye niyeti yokmuş. Adada yaşama hayali kurarmış, bir anakaranın tam ortasına gömülmüş.


9 Ağustos 2014 Cumartesi

Eski Çamlar ve Bulutlar




On üç - on beş yaşlarındayken söz vermiştim kendime, gün batımlarını kaçırmayacaktım. "Günün en güzel saatleri bunlar Lavinia, yanımda kal" derdi Özdemir Asaf, ben düşünürdüm günün en güzel saatleri...hangileri? Ve karar vermiştim bir akşamüstü, günün güzelliği batışındaydı. Eteklerini toplamış koşar adım inerken gecenin merdivenlerinden, üzerimize serdiği telaşsız tenhalıktaydı. Benim güzelliğim de toyluğumdaydı demek... İnsanın kendisine verdiği sözlerle sınandığını bilmiyordum. Bir yolun başında durup sonuna türkü yakılmayacağını... Asıl hesaplaşmanın, kapıyı dünyanın üstüne kapatıp kendinle kaldığında başladığını... Her hesabın altında öyle kolay kalkılamadığını... Ve kendinle halleşmeden, bir zıkkım yapamayacağını...bilmiyordum. 

Gün hala güzel batıyor, ben hala hayran kalıyorum. Ne zaman aklıma gelse başımı göğe kaldırmak, hiç pişman olmuyorum. Rüzgarlı şehrimin bulutlarını çok seyrettim çimenlere serip kendimi, ellerim başımın altında... Gün doğarken, tam batmak üzereyken, güneş en tepedeyken. Mavi, beyaz, mor. Ara sıra pembe. Şanslıysam gri. Bir de yağmur döktü mü, sefa... 

Diyeceğim o ki...diyemeceğimin üstüne bulutları bastım bugün. Bir gün beraber gün batımı seyredelim.

24 Haziran 2014 Salı

daha neler neler var



Aynı şarkıyı döne döne dinlemek var.
Ne çok istediğini kaybedince anlamak var. 
Umut etmek, hayal kurmak, hayal kırıklığına uğramak var. 
Sağına denizi, soluna muhabbeti almak; çayın demini denizle açmak var. 
Dünden bugünden, yarından; yirmi yıl önceden ve yirmi yol sonradan bahsetmek var. 
Kimiyle hafifler hayat, kimisiyle daha ağır aksak... Kolaylaştıranları zorlaştıranlara yeğ tutmak var. 



12 Haziran 2014 Perşembe

Daha Az Kasavet, Daha Çok Muhabbet






Bazı günler beklenmedik şeyler getiriyor.

Daha önce hiç duymadığım bir Ahmet Kaya şarkısına rastlıyorum mesela. Sesini sevdiğim...iliklerime işliyor.

Bir arkadaşım çıkıp geliyor, "aşk varmış" diyor, "oh dünya varmış" der gibi. Ohhhh diyorum, aşkını sevdiğim. Onun göğsüne dolan serinlik beni de yatıştırıyor.

Başka bir gün, başka bir can...kalbi hafifleten bir güzelliği var onunla muhabbetin. Ne çok gülermişiz birlikte. Çaresizce nasıl da güzelleşirmiş hayat. Uzaklar yakın olsa, yılda bir kereler haftada kaç kerelere vursa. "Keşke"nin "ah nerdeye" çalan yanı...keşke.

Bir telefon sesi. Ekranda beliren yüzü tebessüm vesilesi. "Evi tuttum". Sesinde kuşlar var, haberi yok. Kanatlarının rüzgarı saçlarımı uçuruyor. Bir bakıyorum, ıpışık kalbim.

Sonra bir gün. Günlerden başka bir gün. Bildiğim en yeşil gözler. Ettiğim en uzun dua. "Mezun oluyorum halacım". Kovaladığım minik adımlarının izi avluda. Dinlesem çocuk kahkahalarının yankısını hâlâ duyabilirim. Ne çabuk...

Sevdiğim kalbi sevdiği kalbe emanet etiğim gece, boğazın öte yanında yakılmış fenerler bırakılıyor gökyüzüne. Rüzgar bana doğru uçuruyor bir tanesini. Tanımadığım birinin dileğine iliştiriyorum dileğimi. İki "Amin" olup yükseliyorlar.

Haziran sokakları ıhlamur kokuyor. Ayak bileklerime dolanıyor yaz gecesi serinliği. Ciğerlerime hayat doluyor. Bir an...bir an için her şey daha kolay oluyor.

Herkesin başka başka renklerle yine de aynı hararetle birbirinden nefret ettiği bir dünya var. Bir de...bu anlar var. Durup fark ettikçe, içimize içimize çektikçe o anları, hafifler belki yaşamak. Çok istersek olar bence.





29 Mayıs 2014 Perşembe

Masal Arkadaşım




Ben küçükken günler çok uzundu. Çocukluğumun bir türlü bitmek bilmemesi bundandır. Evin en küçüğü ve nice vakitler sonra çıkıp gelmiş olanı olarak epeyce yalnız bir çocuktum. Oyun arkadaşım yoktu ama masal arkadaşım vardı. Babaannem. Beni süzme yoğurdum diye seven 'babannem'.

Çocuk bedenimden az daha cüsseli, mini mini bir kadındı. Annem ona banyo yaptırdığında bornoza sarar, kucağında götürürdü odasına. İlk gençliği boyunca o minicik kadının elinden çektikleri kilitli sandıklarda, sözü açılmazdı.

Saçlarını iki yana ayırır, öyle tarardı babaannem. Kurdeleden hallice kırmızı bir kumaş parçasını üçüncü dal yapar, örerdi saçlarını. Bize gazeteden kestirdiği Ahmet Özhan fotoğrafını da gömleğinin içine yerleştirdi mi, işi tamamdı. Hacca giderken aynı uçaktaymışlar, başlarıyla selamlaşmışlar. Senelerce katlanıp sinede saklanan muhabbetin hikayesi de bu.

Gündüzleri uyumasın, durmadan anlatsın isterdim. "N'olur uyuma, babanne! N'olur konuşalım!" Konuşalım dediğim de, sen anlat, ben dinleyeyim. Benim daha anlatacak neyim var ki? Dün bonibonun kapağından yine K harfi çıkmadı. O kadar.

Yorgun bedeni kıyamazdı çocuk nazlarıma. Dizinin dibine oturturdu beni. "Az konuşalım da... önce bir daha oku. Allahümme...salli alâ." Salli, barik, ettehiyyatü. Bir de Fatiha'yı öğretmişti bana. "Ben ölünce arkamdan okursun, e mi kızım?" Yutkunsam da geçmeyen bir şey takılırdı boğazıma. "Yaa, babanne öyle deme yaa..." Ne kadar çok kaçırırsam gözlerimi, ölüm o kadar uzak ihtimal olur sanırdım.

Hepi topu dokuz yıl nasibi vardı ömrümün babaannemden, bilmiyordum. İlk vedam olacaktı, gördüğüm ilk ölü. Bilmiyordum. Bildiğim şey konuyu çabucak değiştirmekti. Taşınmaz haller içreyken yan yollara sapma maharetim hep o günlerden. "Nişanlını anlatsana bana babanne."

Omzumun ötesinde bir yere bakıp gülümserdi. Şimdilerde babamın yüzünde izini bulduğum elmacık kemikleri allaşırdı kolayca. Ben ne sormuş olursam olayım, hep aynı anıdan başlardı hikayesini anlatmaya.

"Ablamla beni evde bıraktı bir gün annem, abimi alıp gitti. Akşama kadar karda oynadım çıplak ayak, çocuk aklı... Annemin kocaya kaçtığı günden bana astım kaldı." El kapılarında, eziyetle büyümüş. Sırtına bağlanan bebekler ağlasın da, anneleri gelip alsın diye çimdiklermiş onları çocukken. "Akılları başlarına gelince dediler beni...ne dayak yedim o gün."

Otobüsten düşüp ölen muavin nişanlısından bahsederdi sonra. Birbirlerini ne çok sevdiklerinden. Dedemin ona yaptırdığı büyüden. Kırk gün yoluna divane olup, kırk yıl yüzünü görmek istemediğinden. -Ki dedem, ne büyüye bulaşacak, ne de babaannemin sevgisizliğinden dert yanacak bir adam değildi. Babaannem onun hakkında ne söylerse söylesin, üstümde emeği çoktur der, kimseye laf ettirmezdi.

İhtimaldir ki, ölmüş nişanlısı da dedemin yaptırdığı büyü gibi sadece aklında yaşadı babaannemin. Mutsuzluğuna deva bir hayal kurdu ve gözlerinde masallar arayan torununa anlattı uzun uzun. İhtimaldir ki; hiç iflah olmadı annesinin gittiği gün içinde açılan yara. Merhametini incelten, şefkatini törpüleyen bir kötürüm kalp kaldı geriye. Ancak yaşlılığın tekrar yumuşatabildiği bir kalp...

Dokuzuncu yaşımdan üç gün almıştım henüz, ölüm geldi. Daha çok var sanıyordum ben. Konuları hızlı hızlı değiştirip, gözlerimi kaçırmakla meşgulken, hiç anlamadan...öyle birden, geldi. Gerçekten yaşadıysa eğer, otobüsten düşen nişanlısının öldüğü yoldan geçip gittik babaannemin cenazesine. Beni bildiği en beyaz şeye benzetip seven babaannem, bildiğim en beyaz şeylerden de beyaz, yatıyordu avluda. Fındık serip kuruttuğumuz taşlığı öyle bir ağlamak tutmuştu ki, korktum. Allahümme...salli alâ. "Oku" demişti annem. "Babaannen arkamdan okursun derdi ya, şimdi oku." 

Emsalini daha önce görmediğim o kalabalık açıldı biz yürüdükçe. Tanımadığım yüzler içinden anneannemin yüzünü seçtim. Anneme bakıyordu. Omzuma dokundu biz yanına gidince. Üç yıl daha sefasını süreceğim, oğlundan hemen sonra, eşinden hemen önce, bir ağustos gecesinin yatsı ezanlarıyla veda edecek olan anneannemin eli omzumda, son kez baktım masal arkadaşıma.

Neden ağladığımı bilmiyordum. Ölmek, bir daha görememekti. Bir daha görememek, çok...çok özlemekti. Ben özlemek istemiyordum. Annemin ikimize de aldığı bonibonları kaseye döküp yatağının köşesinde yiyeyim, babaannem akşama saklasın, bütün torunları gelince aramızda bölüştürsün, abim gıdıklayınca nefessiz kalana kadar gülsün istiyordum.

Kalabalık bir kez daha açıldı, babaannemi bahçe kapısına doğru götürüyorlardı. Ben de arkasından yürümeye başlayınca, usulca omzumu sıktı anneannem. Durdum. Kapısını çaldıktan sonra gel demesini dahi zor beklediğim; kanepedeyse yanında, koltuktaysa tepesinde, uzanmışsa yatağının dibinde oturduğum babaannem giderken...durmaktı ölüm. O gün öğrendim.

23 Mayıs 2014 Cuma

Biz senin gençliğini de biliriz, Nasreddin Hoca.

Kendini hayal kırıklığına uğratmak fena iş, azizim. Başkası olsa, 'ne adamsın lan, bi git gözüm görmesin' der, yollarsın. Biraz zaman, biraz mesafe...atlatırsın gider. Ziiroo, nelerin üstesinden gelmiyor ki insan evladı? De...kendine nasıl yapacaksın bunu? Beraber yatıp, beraber kalkıyorsun. Mahallenin en gıcık, en dili zehir, en patavatsız teyzesi içine kaçmış gibi kemir kendini içten içe sonra. Elinde örgüsü, bıdı bıdı bıdı, basar insana beyinden beyinden. Hoff teyze, bi git allasen!

Ama neyse ki, Balkanlar'daki selin sorumlusu Bearded Lady'miş. Ben rahatladım şahsen kilisenin bu açıklamasını duyunca. Onu da üstüme alacaktım, ramak kalmıştı. Sen yine de rise like a phoenix, Conchita abla; dünya fani, ses gıcır.


.

11 Nisan 2014 Cuma

Geçen kış

Söz dinliyor şu Aysel. Git başımdan dedim, gitti. Bu kış, söz dinlemeyenlerle geçti. Beklemekle. Oyalanmakla çokça. Unutmakla. Ertelerken unutulmasına izin vermekle. Nadiren umutla. Bir türlü kabul edememekle. Barışmaya çalışmakla. Kâh başarıp, kâh toslamakla. Arkadaş yolu gözlemekle. Vuslatı kabil olanların muhabbetiyle. Olmayanları daha büyük özlemekle. Bir türlü halleşemediğim suçluluk duygularını derine gömmekle. Varmış gibi duygunun kuralı, kitabı; aa, oldu mu ama şimdi demekle. Olanları beğenmemek, olmayanları olduramamak, beterinden korkmak ve kısılıp kalmakla.

Uçurum kenarlarına filan gitmedim. Karanlıktı diye düşmem tarihe bu kışı ama yazmak için aydınlık şeyler beklerken yazamamakla geçti mevsim. Yerim dardı işte.