27 Ocak 2009 Salı

azat buzat beni ahirette gözet




bir kadın hayal ettim.
korkuyor ama vazgeçmiyordu.
'korkuyorum' diyebilmek cesareti filizlenmişti içinde
korkmamak cesaretinin de buradan büyüyeceğini umuyordu.
bir kadın hayal ettim.
bir filmi seyreder gibi seyrediyordu içini
dönüşümlerini, iniş-çıkışlarını, hayal kırıklıklarını
'ne istiyorum' sorusunu soracak kadar şefkat besliyordu kendisine
ne istediğini bana söylemekten hiç vazgeçme
bir kadın hayal ettim.
önce hayal etti, sonra hayal ettiği kıldı kendisini




x- ne olduğumu yüzüme söylemeyeceğine söz ver, olmadığım gibi davranacağıma söz vereyim.
y- olmanı istediğim gibi davranacağına söz ver, olduğun şey olduğunu yüzüne söylemeyeceğime söz vereyim.
...
x- olmadığım o şey olduğumu söyle bana, olmadığım gibi davranmaya devam edeyim.
y- olmadığın o şey olmaya devam et, aslında ne olduğunu söylememeye devam edeyim.
...
y- olduğun şey değilsin
x- sensin!
.

insan gizli anlaşmalarını, "sen beni sakla kendimden, ben de seni kendinden saklarım"larını feshedince, ödediği bedellerden azat ediyor kendisini.
yeryüzünün çekim kuvveti azalıyor.
yaşasın havanın kaldırma kuvveti!

'kendim olabilmeye ihtiyacım var,
yanımda kalmama ihtimaline rağmen.
kendim kalmaya ihtiyacım var.'




26 Ocak 2009 Pazartesi

karalama

'...ve ben istemedim bunu yaşamayı. seçim deme, seçtiğim bu değildi. sence de yolumun seçmediklerim üzerinden şekillenmesi adaletsizlik değil mi? adalet inancım sarsıldı, evet. vaktiyle bir yalana inanmış olmam şimdi yaşadıklarıma 'oh olsun' dedirtir mi?'

-ebilmek

kendimi en çok ne istediğimi bildiğim ve beni istediğim şeye götürecek davranış biçimini seçtiğim zaman seviyorum. kendime duyduğum saygı pekişiyor. kararlarımın, seçimlerimin, kazandıklarımın, kaybettiklerimin, özetle; yaşadıklarımın ardında daha rahat durabiliyorum böyle zamanlarda. mazeretlere ihtiyacım kalmıyor. en nihayetinde elimde patlasa bile, yürüdüğüm yol, yürümeyi seçtiğim yol ise, benimle hemfikir olmayanlara karşı gösterdiğim tolerans artıyor. kimseye neyi neden seçtiğimle ilgili hesap verme ihtiyacı duymuyorum. (bu son cümle fazla iddialı geldi kulağıma. gerçekten böyle mi bilmiyorum ama belki şöyle revize edilebilir; seçimlerimi açıklamak ya da onlara sahip çıkmak daha kolay oluyor.) ne zaman yürüdüğüm yol, seçtiğim yol olmasa... ne zaman tembellikten, ertelemeden, x'ten, y'den, z'den dolayı pek de inanmadığım bir yolda yürümeye başlasam, benimle hemfikir olmayan herkes sinirlerimi zıplatıyor. sanki herkesi ikna etmek, kendimi ikna etmenin bir yoluymuş gibi uzun uzadıya açıklamalara başlıyorum. ikna olmayanlara hırslanıyorum ve tükenmek tam da bu eylemin dönemecinde duruyor.

ağzımdan -ebilememek'li bir fiil çıktı mı, kırmızı bayraklar savruluyor gözlerimin önünde. "seni aramadım, özür dilerim"i, "seni arayamadım, özür dilerim"den daha asil buluyorum. asilliğini dürüstlüğünden alan bu ifade kişinin sorumsuzluğunu yadsımıyor ancak sorumsuzluğunun sorumluluğunu aldığının göstergesi oluyor. kötünün iyisi ancak maske yok. "bu kadarım" diyebilmek cesareti takdiri hak ediyor. o kadar sıkılmış durumdayım ki insandan çok bahaneye çarpmaktan, pek az insan gerçek kalabiliyor. ve ben gerçeği hergün biraz daha özlüyorum.

21 Ocak 2009 Çarşamba

in this whole damn world

yerin şahit olduğu en sakin duruşla durdu kadın, adam üç adım arkasında. durmak değil, onunla durmak bu dedi kendine. kendi varlığına 'öteki'nin var oluşundan anlam damıtmanın tüm risklerini göze almış bir bütünlük büyüdü göğsünde. istediği ve istediğini dahi bilmediği her şey birkaç adım gerisinde... hayatın hallerinden ismin hallerine altıncı bir hâl eklendi, ait olma hâli. gözlerimi kapattığımda kaybolmayan bir dünya, kendi kendine. yok olmak tehdidinin okyanuslar ötesinde, üç adım geride...

- 'bir şey kaçırdım mı, gözlerimi kırptım bir an...'
- 'hayır, hiçbir şey kaçırmadın. gözlerin kapalıyken, var olmadı dünya.'





sayin' o please i'm in...

20 Ocak 2009 Salı

've yer gelip yüzüme çarptı.'




new moon
stephenie meyer

18 Ocak 2009 Pazar

muamma

yapacak bir şeyin olmaması ya da ne yapacağını bilmemek... aralarında pek de bir farkın olmadığı bir yerdeyim. bildiğim gevşeme egzersizleri pek yardım etmiyor. belki fiziksel bir aktivite planlamalıyım. zihnimin gerilerine itmeye uğraştıkça ileri hücum eden ne varsa uğraşmayı bırakıp bedenime adrenalin pompalamalıyım ki düşünceler yeni bir ivme kazansınlar.

işlerin bu kadar karmaşık olmadığı zamanları hatırlıyorum. ya da... yaşadığım karmaşayı kendime açıklayabildiğim zamanları. beynimin koyu gri bölümlerinde depolanmış bir geçmişte, artık umrumda olmayacak kadar geçmişte yaşamış olduğum bir şeyi birinin yaşıyor olduğunu bilmek neden bu kadar alt-üst edici. şahit olma yoluyla tetiklenen travma anısı mı yoksa? "parmaklarımı takip et, bırak, aksın, gitsin..."

yaşamı kendime açıklayamamayı sevmiyorum. daha çok sevmediğim şey ise, yaşamı kendime açıklayamadığım zamanlarda sıklıkla kullandığım "hayat böyle bir şey, her şeyi anlamak gerekmiyor" açıklamasının da işe yaramadığı zamanlar. şiddetle bir şey duymaya ihtiyacında gibiyim, bir anlam. düşünebildiklerim sakinleşmeme yetmiyor. "zaman" diyorum, "ne gelip geçmedi ki şimdiye kadar? ve ne sandığın kadar kötüydü ki? aslında, sandığından da kötü yaşadıklarını dahi yaşadığın kadar kötü hatırlamıyorsun; dolayısıyla, sakin..." dağılmıyor içimdeki bu duramama ve gidememe hali. durmayı kaybetmiş ve nereye yöneleceğini bilmeyen bir akımın kendini içimin duvarlarına çarpması...

yürümeliyim. ki bedenim hız kazansın, ki beni peşinden sürükleyen savrukluğunu kaybetsin düşüncelerim ve peşimize düşsün...

14 Ocak 2009 Çarşamba

have i found you

Never Think - Rob Pattison



standing outside holding me
she said oh please, I'm in love
I'm in love

8 Ocak 2009 Perşembe

F.R.I.E.N.D.S aşkına, çok özledim!

bu beni güldürdü

so what


her yıla bir tema belirliyor ya insanlar; barış yılı, yılan yılı, mevlana yılı vs... benim için bu yılın ana teması 'kabul' olsun istiyorum. bu kelimeyi kalın yapayım, italik yapayım, altını çizeyim, ben onu belirginleştirdikçe o manasını hayatıma yaysın istiyorum.

kabul, beklentiler ile hayal kırıklıkları arasındaki kuvvetle muhtemel bağı zayıflatıyor. kabulün salındığı meydanları hayal kırıklıkları tutamıyor. gölgesini düşürebiliyor en çok, şöyle bir geçiyordum, uğradım kadar..

bugün katıldığım bir grup çalışmasında yapılan katkılar bana şunları düşündürdü: yaşamda arzu edilen ve arzu edilmeyen deneyimler var; sevilmek, takdir edilmek, beğenilmek ya da acı çekmek, terk edilmek, reddedilmek gibi... bazılarının peşinde deli gibi koşarken bazılarından da aynı hızla kaçıyoruz. yaşanan günden 30-40 yıl sonra geri dönüp bakıldığında geriye ne kalacak? mütemadiyen sevildiğiniz, takdir edildiğiniz, bir dediğinizin iki edilmediği bir hayatı "mutlu" olarak tarifleyecek misiniz acaba? 'yaşanmış' kelimesinin altını ne kadar dolduracak bu tek yönlü deneyimler? peki, oncan yıl sonra da bu kadar korkutucu kalacak mı terk edilmişliklerimiz, çektiğimiz acılar?

her bir deneyim bir referans noktası oluşturuyor hayatta. (göreceli) daha iyiyi ve (göreceli) daha kötüyü tanımlamamıza katkı sağlıyorlar. bizse sadece arzu edilir bulduğumuz deneyimleri sahiplenir gibiyiz. acılar derhal bitsin, sevilmeler sonsuza dek sürsün istiyoruz. oysa her biri bir diğeri kadar bizim ve bir diğeri kadar sonlu... en nihayetinde birbirinden farklı deneyimlerimizin oluşturduğu bambaşka bir renk değil miyiz hayatta? aşk da benim, acı da benim, öfke de benim, hüzün de benim, ayrılık da benim; ben, tek bir renkten ibaret değilim. tam burada Kadir hocamı anmazsam olmaz, "hayat sizi seçeneksiz kılmaz, yeter ki siz kendinisi seçeneksiz kılmayın."

kabul kelimesinin yanına sahip çıkmayı da yazdım bu yıl için. bakalım neleri kabul etmek, nelere sahip çıkmak gerekecek...

son bir not güne dair, bir defter kapağında okudum;
"Life isn't about finding yourself. Life is about creating yourself."

'inşa' kelimesi de başka bir yazının konusu olsun.

6 Ocak 2009 Salı

düşüncelerimi unutuyorum

- buyrun, anlatın, hangi konuda yardım istemek üzere geldiniz?
- ben düşüncelerimi unutuyorum. onları unutmak istemiyorum. bir boşluk kalıyor geriye. günlerce tavana sabit bakıyorum. anlattıklarım anlatmak istediklerimle ilgili olmuyor. susuyorum. yıllardır var bende bu, gittikçe artıyor. ben düşüncelerimi unutuyorum. onları unutmak istemiyorum. ne düşündüğünü bilmeyince insan, söyleyecek bir şey kalmıyor.

her hakkı mahfuzdu

bir şeyi kaybettim. döne döne arıyorum. yoruluyorum bulamamaktan. hayatımı arayış üzerinden tanımlamaktan... aramamaya başlıyorum dinlenme biçimi olarak. telafi seçimi olarak... hayatımı aramamak üzerinden tanımlıyorum böyle zamanlarda da. yokluğunu kabul ya da red, onu gerçekliyor en çok.

var ve varım = yok ve yokum = ondan ibaretim = olmayanın ta kendisiyim


mısır tanelerinin patlama süreçlerini anlatan bir belgesel izlemiştim yıllar önce. esnek bir balon gibi şişip bir süre sonra 360 derecelik bir açıyla açılıyordu taneler. göğüslerinde bembeyaz bir bulut büyüyordu. kabuğunu çekirdeği yapan bir serüvendi mısırlar için patlamak ve bu süreci tamamlamak için kızgın ateş üzerinde kavrulmaları gerekiyordu. kukumav kuşu kıvamında düşüne düşüne ateş üzerinde tutarsa kendini insan, kabuğunu çekirdeği yapabilir, özünden beyaz bir bulut devşirebilir mi?




kızgın ateş + mısır tanesi = olmak ateşi + insan tanesi
= ateş (kızgın + olmak) + tanesi (mısır + insan)
= beyaz bulut

hiç bir matematik profesörü kabul etmez bu denklemi, biliyorum.
ama benim cevabım beyaz bulut.
onu bana getirecek formülleri ben üretiyorum.

nefes almak

uzun süre su altında kalan insanların tam yüzeye çıktıkları anda çıkardıkları bir ses vardır filmlerde, derin bir soluğun akciğerlere çekiliş sesi... yazmak eyleminin ses efekti öyle işte. kod adı, nefes almak.

4 Ocak 2009 Pazar

hanzala'yı hatırla


duramıyorum. hareket edemiyorum. öylesi bir kesik ki bu, üzerine söyleyecek bir tek samimi söz bulamıyorum. susmak bir zelil kader, ait olamıyorum. içime sığamıyorum. içimden taşıp bir yöne akamıyorum.

keskin dişlerine salyalar bulaşmış esfele safilîn pençelerini ovuştura ovuştura kan götürüyor gözünün değdiği her yere, dünyaca seyrediyoruz. olsa olsa kınıyoruz, yetkilileri harekete çağırıyoruz, odur, yok canım budur diyoruz ama olmuyor, olmuyor. gölgesinin düştüğü topraklar bombalanmayınca insan anlamıyor. korkunun dahi anlamını yitirdiği vakitler tutmuş Gazze'yi. soğuk, karanlık, gece... yeterince ürkütücü kelimeler değil yanyana bile, dehşeti anlatmıyor.

söz söylemenin "bu sınırı geçersem kanatlarım köz olur, bundan sonra yalnızsın" dediği sınır bu, miraç misali. o dehşetli korkunun sesi var artık; top, tüfek, mermi sesi... sevdiklerinin başında ağıt yakan kadınların sesleri. resmi var artık adı olmayanın; avuçlarında son kez çocuklarının elleri... zulmü katı, sıvı, gaz yaşayan; terkedilmenin 5 halinden birden mahzun olan bir neslin âhı dünyanın üzerine şimdi.

pamuk yorganlarımızı örtelim üzerimize, usul uykular bizim hakkımız.
Filistin'in gecesine gökten yıldız yağıyor düştüğü yeri yakan, sükût bizim hakkımız.
gözlerimizi kapatır, unuturuz ırak düşeni, mışıl rüyalar bizim hakkımız.
ta ki... hanzala hakkını sorana kadar.