hayat üzerine düşünmece etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayat üzerine düşünmece etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2011 Çarşamba

Yo! Making a point here...


Dear people,

Dinlemek dediğimiz eylem karşımızdaki insan konuşurken, kendi hikayemizi anlatabilmek için sıranın bize gelmesini beklemekten ibaret değildir.

Bir düşünme biçimidir konuşmak ve nadiren karşımızdaki bizi yargılasın ya da üste kat atamak için cümlelerimizi zemin kılsın diye dahil ederiz başkalarını bu sürece. Nadirenin cümle içindeki anlamı da hiç.

"Onu bırak da geçen gün ne oldu...", "Sen onu diyorsun, bak bir beni dinle" ve benzeri geçiş cümleleri ile kısa kes sobalık olsun mesajı vermiş oluyorsun dear people.

Yapma.




12 Ekim 2010 Salı

Eternal Scars


Julie dedi ki; ebedi izler taşırız hayatta. Geçmeyecek izler. Ancak bu, onlardan ibaret olduğumuz ve bizi sınırladıkları anlamına gelmez. Tıpkı; onların ötesine geçebilmemizin, yok oldukları anlamına gelmediği gibi...
Julie dedi ki; hayatımıza aldığımız her insanla, bir problemler setine sahip oluruz. Başka insan, başka set problemler anlamına gelir sadece. Mesele insanı problemler üzerinden tanımlamamak ve ilişkiye yatırım yapmaktan vazgeçmemektir.
Julie dedi ki; ruh eşi mefhumu is bullshit.

Eternal Scars'ı aldım ve "olamadığımız o insanın yasını tutma"nın yanına koydum. Savaşmak kalmadı.

Pür dedi ki; sen romantiksin galiba.
Mum dedi ki; yapılacak ne güzel şeyler var hayatta.
Pür dedi ki; taşıdığımız korkuları ve o korkuların karşısında kendimizi nereye koyduğumuzu merak ediyorum.
Mum dedi ki; kendini tanırsın, kaçma. Neyi istemediğini öğrenmek de pek ala kokainik bir deneyim olabilir.

Ben gülümsedim.

6 Haziran 2010 Pazar

Masumiyetin Kanıtlanana Kadar Suçlusun



Çocuklarımıza ilk önce kendini suçlu hissetmeyi öğretiyoruz. Onay almadıkça doğru yaptığından emin olmamasını sağlıyoruz. Böylece, var olduğunu hissetmesinin neredeyse tek yolunu onaylanmaya bağladığımız çocuğun ipleri tümüyle elimizde oluyor. Kendisi olmasına olanak tanımak, kendisini inşa etmesi yönünde yüreklendirmek yerine; istediğimiz sınırı çizip, istediğimiz şekli verebiliyoruz ona. Olmasını istediğimiz şey kılıyoruz onu. Olmasının doğru olacağını bildiğimiz .!. şey. 'Ablaya öyle denmez', 'Büyüklerle öyle konuşulmaz', 'Sokakta böyle yapılmaz'lar aşamasına geçiyoruz sonra. Onaylama gücü ablaya, büyüğe, sokaktakine geçiyor ve hayattan ne istediğini bulmak yerine, ondan ne istendiğini keşfetmeye başlıyor çocuklar.  Bir memnun etme şizofrenisini beliriyor. Ne kadar aferinin varsa o kadar varsın. Ve bu aferinlerin standart bir kriterleri de olmadığında, alt benler ortaya çıkıyor. Mahmut amcadan aferin alacak ben. Süheyla teyzenin onaylayacağı ben. Bekir abinin sırtını sıvazlayacağı ben. Ah... Tabi, Mahmut amcanın, Süheyla teyzenin huzuruda iken vereceği aferin ile Bekir abinin huzurunda vereceği aferinin de kriterleri farklı olduğundan, balatalar iyice ısınıyor. Alt benlerin de alt benleri oluşuyor.



Sıklıkla duvara tosluyor, var olmanın yolunu onaylanmak bilen çocuk/ergen. Ne olduğunu keşfetme yolcuğu çoktan unutulmuş, ne olması gerektiği ile ilgili öngörülemez törpülenmelere göğüs geriyor. Üzerine olmayan elbiseler içine tıkıştırılıyor mütemadiyen ve elbiselerden taşan yanlarından utanıyor. Olması gereken kişi olmayı beceremediğini düşündüğü kendisini suçluyor. Sonra değişiyor isimleri Mahmut'un, Süheyla'nın, Bekir'in... Öğretmen oluyor. Sevgili oluyor. Patron oluyor. Karşınıza gelen herkes biri olmanızı istiyor sizden. Kim olduğunuzla ilgili tanışıklığınızdaki kısırlık, o biri olma talebini can simidine dönüştürüyor. O'ymuş gibi oluyor ve bir şey olmanın tatminini de kendin olmak sanıyorsunuz. Ya da...




Ya da... Bir gün, bir yerde, bir şekilde, kendine has olma ihtimali ile tanışıyoruz. İthimali mümkün kılma yolunu seçersek yürümek üzere, sesler çıkmaya başlıyor çevreden. Değiştin. Sen böyle değildin. Hiç yakıştıramadım. Bunu senden beklemezdim. 'Benim istediğim değilsen hiçsin'ci mantalite, hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, iyiliğimizi düşünüyor. İyiliğimizi düşünmesini isteyip istemediğimizi düşünmüyor ama. Olmaya karar verdiğin sen, seni varlığının bir uzantısı gibi görmeye alışmış gürûhun kapsama alanından çıktıkça, çatışmalar başlıyor. O güne kadar onay mercii olmuş ana mekanizma, kendine has olmaya başlayan bireyin bağımsızlaşması sürecini varlıksal bütünlüğüne tehdit olarak algılıyor. Çünkü; seni bir uzvu gibi yönetmek, senden çok onun işine yarıyor. Seni, onaylanmadıkça var hissedemeyen bir organizma olarak programlayan sistem, onaylamakdıkça/reddetmedikçe, iktidar sürmedikçe var kalamayan bir yapıya dönüşmüş oluyor. Kendin olman, onun kendisi kalamaması anlamına geldiği için, caydırıcı mekanizmalar devreye sokuluyor. Elalem ne der? Ne emekler... Hak edecek ne yaptım? Yemedim. İçmedim. Giymedim. Süpürge saçlarım...



İhtimaldir ki, vaktiyle kuvvetle köklendirilen o en eski öğretiler, canlanmaya başlıyor bu noktada. Suçluluk. Keşke öyle demeseydim. Ne olurdu biraz ses etmeseydim. Kanlanıp canlanmaya başlıyor ana mekanizmanın suçluluk duygusu üzerinden beslenen kanalları. Yeniden, kapsanan küme olma yolunda ilerliyorsun. Kesişen küme olmak, razı olunası kuvvette bir iktidar vaad etmiyor ana sisteme. Kendini yok ederek, onu var kılmayı seçiyorsun. Çünkü kendini var kılmak, bencilce. Ayıp. Elalem ne der... Kimsenin olmadığı kuytularında bile içinin, yüzüne nişan almış bir işaret parmağı hep seni gösteriyor. Hep, senin yüzünden...

5 Haziran 2010 Cumartesi

benim canım...


Bugün olmadığın o kişiye yazılan mektupları çift rakamlı yıllar sonra dönüp okumak... Detayların neye işaret ettiğini hala hatırlamak... Aynı esprilere, aynı hazla gülmek... Sıradışı.
Dününün temel direğinin yerinde esen yellerde savrulurken saçları bugünün, zamanın içinden çekip alma isteği o günkü seni ve onu, kuvvetli.
Mümkünü olmadığını bilmek... Ne elinin değdiğinin, ne değen elinin aynı olmadığını bilmek... Hayal kırıklığına gebe.
Bugünkü beni tanısaydı o günkü o, severdi belki fikri, ince kesikli çizik.
Yol üzerindeyken hangi dönemeçte kaybettik birbirimizi? Ben mi daha çok hata yaptım, o mu? Neyi başka yapsaydım farklı olurdu?
Boşuna...
Sahip olamayacağın bir şeyi özleme çaresizliğinin üstüne, bir vakit sahip olabilmiş lakin sahip kalmayı bilememişliğin ıstırabı eklenince, yürek...mektup ucu gibi. yanık.


Hayatımın şahid olunası kelimelerinin şahidi... Bilsem ki bugünün benini alıp gelsem bugünün senine, geçmişin bizinden iz buluruz diye... Gelirdim. Ama biliyorum ki hayat, inançlarımızı azalttı. Hatırlamıyoruz artık birbirmiz için ne olduğumuzu. Hayatı aleyhimize sanırken yan yana durmanın ne demek olduğunu, bilmiyoruz artık. İntikam almayı, ben meftunluğunu, kini öğrendik. Kelimeler birbirimiz için keskin artık. Kınlarında kalmaları daha iyi. Hiç değilse hatırası kalsın bir vakitler güzel olanın.

10 Temmuz 2009 Cuma

The Tudors ve Mağara Adamları


işbu yazının vebali, rehavet dolu bir cuma iş çıkışı, önünden geçmekte olduğum kitapçının rafında gördüğüm 'tudor' isimli kitabın kapak resmi üzerinedir.



yaşam içersinde sürdürdüğümüz davranış paternlerini edinmemizde pek çok öğrenme biçimi rol oynuyor. gözlem yoluyla repertuarımıza kattığımız davranışlar olduğu gibi, genetik kodlarımız sayesinde nesilden nesile aktardığımız davranışlar da var. bu davranışların kimi kültürden kültüre anlam değiştirirken, kimleri ise evrensel olarak benzer anlamlar taşıyor. oysa zaman içinde bu evrensel olduğunu kabul ettiğimiz anlamlar arasında -belki yine, kısmen de olsa evrensel- dönüşümler yaşanıyor.

ingiltere tarihinin parlak dönemlerinden birine imza atmış tudor hanedanının hikayesini anlatan kitabın kapak resmi yukarıdaki. aynı hikayeyi anlatan dizi oyuncularıyla yapılmış bir çekimin ürünü... fotoğrafta adamın, kadının boğazını kavrayış biçimi dikkat çekici. hayat içersinde birbirimizin boğazı, sıklıkla dokunduğumuz bir yer değildir ve ilk bakışta tehditkar bir doku taşır. ancak fotoğrafın genel havası bu dokudan çok uzak. şiddet öğeleri içeren benzer davranışların filmlerde, benzer bir yan amaca hizmet eder ustalıkta kullanıldığına sıklıkla rastlamak mümkün. gitmekte olan birini kolundan tutulup çevrilmesi.... birinin duvara yaslanıp hareket alanını kısıtlanması... çıkmak üzere olunan kapının kapatılması ve kişinin içeride tutulması vb... bütün bunlar, dahil edildikleri sahneyi, karşı cinsler arasındaki gerilimin uç noktaya ulaştıracak yönde manüple edilmeye müsait öğeler. her biri ayrı ayrı şiddet malzemesi taşısa da, yukarıda örneğini verdiğim durumlarda bambaşka bir etki oluşturmaktalar. soru şu, ne oldu da, bünyesinde şiddet taşıyan hareketler cinsel haz kaynağına dönüştü, 'turn on' vesilesi oldu?

konu üzerine arkadaşlarla yaptığım konuşmalardan birkaç teori çıktı, ilki darwin'in ruhunu şad eder cinsten. zira bir bakış açısına göre; bu dönüşüm, tarihin bir noktasında gerçekleşmedi, zaten mağara adamalarından beri öyleydi. kadının (çok kıymetli) yumurtasını, onu hayatta tutabilecek, neslini ziyan etmeyecek güçte birine emanet etme isteği ve güç algısıyla ilgili... yukarıdaki fotoğraf kimin kim üzerinde daha çok hakimiyet alanına sahip olduğu ile ilgili ilginç noktalara gidebilecek tartışmalara gebe olsa da burada hatun kişinin yumurta mülkiyeti tartışılmaz bir gerçek. 'bana hükmeden dünyaya hükmedebilir ve neslin devamı için gerekli koruma alanını sağlayabilir' kanaatine ulaşmadan kendini karşı cinse teslim edemiyor olabilir kadın. böyle bakılırsa belki de, muhattabını 'güç'lü algılama ihtiyacı kadın kısmısının, kendini/neslini teslim edebilmesi için temel bir ihtiyaç olup aynı sebeple de 'seksi' olarak tanımlanmaktadır.

bir diğer teori ise freud'un ruhunu şad edesigillerden. malumumuz, freud'a göre cinsellik ve saldırganlık iki temel dürtü. buna göre kavga eden çiftlerin tartışmanın şiddetli anında hissetmeye başladıkları cinsel çekim ya da şiddet öğesi taşıyan hareketlerin cinsel uyarıcı nitelik taşıması, bu iki temel güdünün karşılıklı olarak birbirini tetikleme gücüne sahip olması şeklinde açıklanabilir. hatta, bu karşılıklı birbirini tetikleme fikrinden yola çıkıp pavlov'un kulaklarını çınlatmak da mümkün. zira, x tepkiyi çıkartma gücüne sahip y uyaranıyla eşlenmiş z uyaranının, artık y'nin olmadığı noktalarda da x tepkisini çıkartma gücünü kazanmasını klasik koşullanma olarak tanımlıyorsak, bir adamın kadını boğazından kavraması seksî olarak tanımlanmaya başlanıyorsa, boğazdan kavrama davranışı ya da bu davranışı içine alacak üst başlığın, bir yerlerde seksî bir fikirle eşleşmiş olması lazım. eğer çok istenirse, bu davranışların kazanım sürecini de edimsel koşullanma ile açıklayabiliriz. biri birini duvara yapıştırmıştır, o biri bu davranışı bir sebeple tekrar edilesi bulup ödüllendirmiştir, o davranış da pekişmiştir, falan filan...

gün geçmiyor ki, kafama takılan konular zihnimde dönüp dolaşırken, bu dönüp dolaşmalara malzeme olacak gözlem kaynakları karşıma çıkmasın ya da benim algıda seçici becerilerim işe el atmasın. tam bu konuyu evirip çevirmekteydim zihnimde, bir otobüs yolculuğu sırasında iki kişi gördüm. kadın tekli koltukların ilkinde yüzü yola doğru, adam da tekli koltukların önündeki yan üçlü koltukların tekli koltuklara en yakınındakinde oturuyordu. kadın otobüsün gittiği istikamete, adamsa kadına doğru (oturması gereken yöne değil de 90 derecelik açıyla yüzü kadına dönük şekilde) oturuyordu ve bacakları kadının koltuğunun kenarına doğru kafes gibi uzatılmıştı. sonra öyle oturmaktan yoruldu mu nedir, koltuğun baktığı cam istikametine doğru döndü ama bu kez de kolunu kadının kucağına koydu. hayvanların kendi avlanma sahalarının sınırlarını belirleyerek diğer avcılara karşı 'buralar benden sorulur' minvalinden bir mesaj bırakmak için vücut sıvılarını kullanarak mülkiyetlerini 'damga'ladıkları belgesel bilgisine dayanarak ve evrim teorisinin bana verdiği yetkiyle kendi kendime sormadan edemedim; 'bu çocuk kalksa, kadının etrafında onu içinde tutacak bir daire şeklinde bir 'mine' deklarasyonu bâbında çişini yapsa rahat eder mi acaba?'

iki konseptin iç içe geçmişliğinin resmi; Enrique Iglesias ve Ciara'dan dinliyoruz, Takin' Back My Love..
tüm sevenlere ve sevgilerini rafine edemeyenlere gelsin...


Taking Back my Love from . on Vimeo.