31 Aralık 2008 Çarşamba

adam... kadın...

gider adam. kadın kalır. kimin gidip kimin kaldığını söylemenin güç olduğu bir döngü içredir dünyaları lakin, ikisi de bilir; gider adam, kadın kalır. kadının gidişi, çoktan boşaltılmış bir evin kapısını ardından çekmek kadardır en çok. yollar boyu sorar kendine, arar. cevaplar kanı dindirir sanır. içinde, çekip gideni alıp göğsüne bassa dahi dolmayacak bir boşluk ve hiçliğe açılan bir kapı ile kalır kadın. kalmanın 5 halinde, bulunma hali eksik... aranmayanın alınyazısındaki eksik kelimedir ya bulunmak, en çok kim olduğunu unutarak kalır kadın. gölgesi uzayıp kısalır günler boyu boş odalarda. pencerelere gün doğar, gün batar pencerelerde... durur kadın. başına gelenin nedenini sorgulayan saatlerin nicesi cevapsız tükenince, bilmemeyi ekleyip alınyazısındaki eksik yere, yürür kadın. soru sormayı tüketmiştir, her sorunun yazgısında cevapla vuslat olmadığını öğreneli... merak ettikleri, üzülüp sevindikleri, unuttukları ve unuttuğunu hatırladıkları birikir yatağının üzerinde, bilmemekten arda kalan yerlerde. yaşar kadın. öyle mecburiyetten falan değil... gayret ederek, kabul etme çabası içinde, kaderinden avucuna düşeni bir imtihan bilerek, "ol" demekte olanın iradesine teslim, binbir emek, yaşar kadın...

27.03.2008
Perşembe
22:51

30 Aralık 2008 Salı

şimdi gözümde canlandılar...

insan beyninin enteresan bir kodlama sistemi var. her duyu organından ve kimbilir daha bilmediğimiz hangi kaynaklardan elde ettiği girdileri, birbirine bağlayarak öyle bir kodluyor ki; biri açığa çıktığında gerisi çorap söküğü... yıllar önceki o kış gecesini hatırlamanın nedeni vals yapan kar taneleri olabilir. "seni affedemiyorum." dedikten sonra çekip gittiği masada yalnızlıkla karşılıklı oturulan o öğlen vaktini hatırlıyor olmak, güneşin pencereden aynı açıyla süzülüşündendir belki. rüzgar saçlarınızı tıpkı bugünkü gibi boynunuza dokundururken aldığınız bir müjdenin sevinci belirebilir içinizde ansızın. nadiren ipuçlarını yakalar, çoğu zamansa "nedensiz" buluruz bu duygulanımları. müzik, kuvvetli bir anıları birbirine bağlama aracı. 90'ların popüler şarkılarından oluşan videolar izledim geçenlerde. 13 yaşında oldum, 15, 18... aktı gözlerimin önünden sahip olduğumu dahi hatırlamadığım anılar. bir film olsa hayatım, izlesem, dedim. kaybettim sanılan bir eşyanın bulunması gibi... bu kadar zamandır sahip çıkmadıklarıma hala nasıl 'benim' diyebildiğim de tartışılabilir. unuttuğumuzu dahi farkında olmadıklarımız bilinç düzeyine çıktığında buna yine de hatırlamak denir mi? 10 yıl aklına getirmediğini bir gün hatırlayıverince unutamamış mı olur insan? unutmak nedir peki? bugün mü baz alınmalı, bugüne gelene kadar geçen süreç mi? seni unuttum demen bile beni hatırlamandır klişesi çıplak bir gerçeklik mi yani? neyse... bir film olsa hayatım, izlesem, dedim ve geçti.

gündem notları;
1- ihaneti affedemeyeceğimi deneyimle sabitledim. ihanete dair (haberdar olduğum) deneyimler arkadaşlıklarımla sınırlı. ancak öylesine bir süreç ki bu, ikili ilişkilerin herhangi bir alt tipinde ihanet akabinde yanına yaklaşılası biri olmadığımı düşündürüyor bana. yaygın tabiri ile "tekrar deneme kararı" alınsa dahi, benim denediğim şey "nasıl yaptın, nasıl, nasıl" sorularıyla intikam bilemek ve o kişiyi hayatımda yaşayan bir ölüye dönüştürmek. bildiğim en büyük intikam, görmezden gelmek sanki. varsın, buradasın, görebilirsin beni, uzansan dokunabileceğini sanırsın ama dokunamazsın. sesin ulaşmaz olur, (bir zamanlar) sahip olunan dostluğa sadakatsizliğinin vicdan azabı olarak kalırım hayatında, gibi saçma sapan bir şeye dönüşüyor bu ilişkiyi tamir süreci bende. mânâ kaybolunca, üzerine bir şey eklemek imkansız.

2- "hayal edip elde ettiğiniz ne oldu şimdiye kadar" sorusuna veremediğim cevap beni düşündürdü. önce hayallerine kavuşamamış bir insan sandım kendimi. sonra hayal dahi edememiş de olabileceğimi düşündüm. en sonunda hayal ederken gözümde büyüttüklerimi elde ettikten sonra gözümde küçülttüğüme kanaat getirdim. yine acıklı ancak ikinci olasılık kadar değil.

3- bazen canım acıyor. kayıplarını özlüyor içimde, kayıplarımın sahibi...

26 Aralık 2008 Cuma

yönelme hali

kimi düşünceler teğet geçiyor farkındalığıma. en yükseğe sıçrayabildiğim son hamlemde dahi parmaklarımın ucundan kaçıp giden bir uçan balon gibi... bir daha hiç bulamıyorum izlerini. bir güzel tat kalıyor hatırımda "dair".

kimi kelimeler tek başlarına var olamıyorlar, ne garip. dair, rağmen... öncelerine bir kelime gelmeli, yaslanılacak, mümkünse yönelme halli, "...e"li... "x'e rağmen... y'ye dair..." belki kelimelerden devşirmekteyiz kimilerimiz kaderlerimizi. kimilerimiz, bir yönelme halli kelime olmadan sırtımızı yaslayabilecek, var olamıyoruzdur belki. dair'in ayıbı olmuyor da, neden bana ayıp? rağmen yalnız kalamıyor da, neden ben bir "bağımsızlık" tabelasının gölgesini mekan tutmuşum.

kılıf bunların tümü. lütfen kılıflarımı elimden almayın. ellerimle işledim, nakışladım onları ben. minarelerimin cüsselerini saklasınlar diye içlerine, özenle istifledim. bağımsızlık, özgürlük, kendinden eminlik... beni bir "dair" kılmayın hayatta, bir "rağmen" kadar olduğumu yüzüme vurmayın. tüm derdim bir yönelme halli kelime mi yani? kibrit çöpünün eceli, alevin iştahının bittiği yerde mi?

23 Aralık 2008 Salı

günden kalanlar

+ umut tükenebilir bir materyal ve acı bu tükenişi hızlandırmaya muktedir.

+ insanın kendisini kandırma kapasitesine bir kez daha şapka çıkartıyorum. iyi olur dersek iyi olur demelerin büktüğü kaçıncı bel bu?

+ "neden o?" diye sordu bugün birine biri. "ruhum yanında sükûn buluyor çünkü" dedi diğeri. ruhunun bulduğu sükûnun haresi ruhuma değdi.

+ umudun, aşkın, acının ve varlığın sahibi var iyi ki... yoksa, yok olmak işten değil.

22 Aralık 2008 Pazartesi

gitmek

insan gitmek ister ya bazen. rüzgar öyle esmekte. tüm gitmeler, kendini ardında bırakmak isteği taşır. kendimle derdim bitmedi gitti. problem çözme yöntemlerini beğenmiyorum kendimin. kendimin beğenmediği de benim beğenmediklerimi dile getirme biçimim.

uyku gelir örtülür üzerime bir pamuk yorgan gibi... uyurum... uyanırım.
geçmiş.
1.bitmiş.
2.mazi.

anlam

"ışığım, sana aşığım" der bir güzel Candan Erçetin şarkısı. insanın aşkı; ışığa, aydınlığa mı dönüktür? nerede doğar tüm ışıkları söndüren tufan? ne olur da, ışığa yolculuğunun bir yerinde, karanlıklar içinde bulur kendisini insan? hangi yönden batar gün insan kalbinde ve nedir güneşi ufukta sabit tutmanın yolu? kolları arkadan bağlı, bir duvar önünde ya da bir laboratuarda, beyaz önlüğü ve gözlüğüyle ölürken birileri 'başkaları için', nedir akıllarından geçen? bir insan ölürken ne düşünür ve ilk ne gelir aklına dirilirken? yürüdüğümüz yol mudur aslolan gerçekten, vardığımız yer mi? vardığında bulduğun, umduğun değilse de, yürüdüğün yola değer mi? çıktığımız bütün yollar kendimize mi çıkar aslında? saklansa insan kendisinden, nereye gizlenebilir? ve kimdir insanı kendinden saklandığı o yerde bile bulabilen?

04.06.2005
cumartesi
14:58

get back up

It's not how you start, it's how you finish.

-Nick Vujicic

15 Aralık 2008 Pazartesi

küs, barış

gözlerim yanıyor. ne zaman hayatım olağan akışının dışına çıksa bedenim tepki veriyor. yapma diyor bana sanki, ya da bir şeyler yap. ve ne zaman kendime kafayı taksam, işler daha da kötüye gidiyor. kendimle arama şu bir türlü olmayı beceremediğim 'kendim maketi' girdiğinde, yaptığımız barış antlaşması askıya alınıyor. kendimin elinden gelen hiçbir şeyi beğenmiyorum ve kendim de elinden gelenleri bile yapmıyor. uyuz olduğun biriyle aynı evde yaşamak gibi oluyor hayat bir süreliğine. kendimle yatıp kendimle kalkıyoruz, kendimle yemek yiyip kendimle film izliyoruz ama gıcığız birbirimize. o benim beğendiğim ayrıntıları iç sesim olacak alçak kahkahasıyla küçümsüyor ben de onu, bir türlü ideal kendim olmayı becerememiş bir kendim müsfettesi olduğundan dem vurmak suretiyle ayaklarımın altında eziyorum. birbirimize sırtımızı dönerek ancak bir olmaktan başka bir yol bilmeyerek devam ediyoruz güne. dağ dağa küsmüş, ben kendime...

oysa soranlara daha iyiyi elde etmenin yolunun iyiyi takdirden geçtiğini anlatıyorum. olmadı, "daha iyi de nedir, anlatın bana" diyorum. insanlar tarif ettiklerinin aslında şikayet ettiklerinden pek de farkı olmadığını görüyorlar, küçülüyor mızmız gerekçeler.

ve hatırlayınca bunları, sırtı bana dönük olan kendime dokunuyorum omzundan. kırgın bakıyor. "hep kıyaslayacak mısın beni o asla sahip olmadığınla" diyor. "hep 'daha iyi'nin hayaleti mi olacak aramızda? oysa bizim birbirimizden başka kimimiz var?" hak veriyorum bildiğim tüm hak verme yollarıyla. "her nasılsan öyle kabulümsün" diyorum. "sendelediğinde de yürüdüğünde de yanındayım ben senin. kendin olma çaban en önemlisi ve değil mi ki menzil yolun kendisidir bazen."

yırtık koltuk kenarlarına örülen danteller gibi vaatlerle örtüyoruz kırgınlıkların üzerini.
kim bilir bir daha nerede unutana kadar ben tüm söylediklerimi...

8 Aralık 2008 Pazartesi

yeni bir şey yok...

... hayat dışında!

yaşam akıp gidiyor. gelen günün getirdikleri ve giden günün götürdükleri arasında bana kalanla hemhal bir yaşamak günün adı. günün bana kalanı ise, bayram. 4 gün, 4 gece...

O sordu, biz söyledik, bela!

bin kez sorsa, bin kez söyleriz, bela!



kurban edenin kurban edilenden bir farkının olmadığının ve kıymetini YARATANından alan yaratılmışlar olduğumuzun idrakiyle, bela!

7 Aralık 2008 Pazar

kendini eğlemek

insan en kolay kendisini kandırıyor bu hayatta. bir uzmanlık da gerekmiyor doğrusu. "rejime pazartesi başlarım artık" deyip çikolatalı pastayı bölüveriyor çatalıyla. geçmiş "rejime pazartesi başlarım"ları arasında istatiki bir tutarlılık aramıyor. pazartesi başlarım dediyse pazartesi başlayacağına inanıyor. geçmişin güne taşıdığı tek şey, çikolatalı pasta görüntüsünün (ve kokusunun pek tabi ki) harekete geçirdiği tat hafızası. gerisi biyoloji...

alnınan kararlar, yapılacaklar listesi, aranacaklar listesi, cevaplanacak mailler, mesajlar listesi vs. vs. vs. teknolojinin sağladığı "arta kalan zaman"ı nasıl yöneteceğini bilmeyince insan, ruhundaki gizil temayül harekete geçiyor, tembellik. 500 yıl önce, insanların varacakları yerlere uzun yürüyüşler sonrası vardığı, her işlerini ellerinde, kendi emekleriyle yaptığı dönemlerde bir kişi hem cebire, hem kimyaya, hem geometriye, hem fıkha, hem kelama, hem de tıbba hakim olabiliyordu. aynı beyin yapısı, aynı nöron aktivitesi... tek bir alanda uzmanlaşmak dahi insan ömründen ömür götürüyor şimdilerde. çünkü her gün televizyon izlenmeli, takip edilen diziler aksatılmamalı, internete girilmeli, facebooka bakılmalı, onuncu kez aynısı gelen forward mailler silinmeli, yeniler başkalarına gönderilmeli, müzik dinlenmeli ve bu kadar yorulmuş beden arkasına yatıp şöyle bir uzanmalı. zira, dinlenmenin güncel anlamı hiçbir şey yapmamaya çok yakın. bu hengame içinde, kendimiz için yaptıklarımızın sayısı gittikçe azalıyor. ruhumuzu besleyecek yolları atlıyor, vakit bulamıyor, çok üzülüyoruz, ah şu vakitsizlik, vah! sonrası depresyon tabi... bir sohbet esnasında vardığımız bir kanıydı depresyonun icat edilmiş bir patoloji olduğu. icat edilmiş çünkü kendini eğleme ile ilgili donanıma sahip olmayan insan teknolojinin kendisine bıraktığı arta kalan zamanı ne yapacağını bilemiyor. ardından bir boşluk, e hayat böyle geçer mi fikirleri, böyle geçerse ben mutsuz olurum, mutsuz olursam nasıl umudum olur, yemeden içmeden kesilirim, uyku da girmez gözüme; menzil, majör depresyon.

kendini eğlemeyi bilen kişinin ne duydudurum ne de anksiyete bozukluğu yaşamayacağı yönünde bir fikrim var. evet, seratonin, dopamin, epinefrin vs. dökülebilir önüme. "bunlar azalırsa, bir kısmı da artarsa çaresiz depresyon, hangi kendini eğlemek." denebilir. ben de derim ki, harekette bereket vardır efenim. bir kişiye damardan dopamin de zerk edilebilir, haz alacağı eylemler planlanarak o eylemlerle meşgulken bedenin kendi dopaminini üretmesi de sağlanabilir. birgün, durup dururken eksilmiyor bu salgılar. önce insan kendine, hayatına yatırım yapmayı kesiyor bir vesile ile... vücut da olağan üretimi durduruyor. ondan sonra depresyon... bir de ikincil kazanç mevzusu var ki, ona hiç girmeyeceğim. yaşamlarını yakınmak üzerine kuran ancak yakındığı problemlerin çözümüne dair kılını kıpırdatmayan, adeta çevresinde gördüğü acıklı gözlerin "vah vah"ları ile beslenen insan tipi dedim ve geçtim.

yazının tonunu keskin buldum gözden geçirince ancak, insanın kendisinden vazgeçmesini anlayamıyorum, anlamamayı seçiyorum. vazgeçmek yapılacaklar listesinin son maddesi bile olmamalı. YARATAN umut kesmemişken yarattığından, hangi vazgeçmek?

cem karaca - namus belası

5 Aralık 2008 Cuma

bilmek

ne söyleyeceğini bilmek
elindekilerin kıymetini bilmek
sınırlarını bilmek
düşüncelerini sıraya koymayı bilmek
zamanı yönetmeyi bilmek
elinden gelenlerin kısıtlı olduğunu bilmek
yaşamayı bilmek
günün tadını çıkarmayı bilmek
kıymet bilmek
kendini eğlendirmeyi bilmek
yol yordam bilmek
haddini bilmek.

4 Aralık 2008 Perşembe

mevsim

sırasız, mantık silsilesinden yoksun, öylesine...

aralık aynı geldi ve ben kaldırımları kaplayan sarı yaprakları yeni gördüm. sokağımızı süpürenlerin işlerini çok iyi yaptıklarını ya da benim gökyüzüne bakarak yürüme meziyetine sahip olduğumu anlayabiliriz bu durumdan. her nasıl anlarsak anlayalım, görüntüden keyif aldım. bir hayat bilgisi kitabının mevsimler bölümündeki sonbahar fotoğrafı gibiydi kaldırımlar.
"kış aylarında kalın ve koyu renkli giysiler giymek gerekir. koyu renkler günışığını çeker ve vücudumuzu sıcak tutarlar. yaz aylarında ise ince ve açık renkli giysiler giymek gerekir. açık renkler günışığını kırar ve yansıtırlar, vücudumuz serin kalır."

"ülkemiz dört mevsimi de yaşayatan iklim koşullarına sahiptir. bu ülkede doğduğunuz için ne kadar şanslı olduğunuzu bilemezsiniz. varlığınız türk varlığına armağan olsun. evet tekrar edelim, ilkbahar - yaz - sonbahar - kış."

ilerleyen yıllarda coğrafya dersleri girdi hayatıma. diğer ülkelerin de iklimini öğrenmek lazımdı. yeri geldiğinde varlığımızı o ülkenin varlığına da mevsim koşullarına uygun giyinerek hakkıyla armağan edebilelim diye. özellikle kuzeye yakın batı avrupa ülkelerin çokça yağış aldığını, hani tabiri caizse dört mevsim sonbaharı yaşadığını öğrenmiştim. nedense londra'dan açılmıştı konu, "yıl içinde yağmurlu gün sayısı o kadar fazladır ki londra'da, ruhunuz daralır yani." demişti hocamız. ne biliyordu ki ruhumla ilgili. o cümlesini tamamlamadan daha, londra'da bulunduğumu hayal etmiştim. bolca yağmurun yağdığı, rengi gri bir şehir. "evet, böyle bir şehirde yaşamayı çok isterim, o benim ruhumla ilgili ne biliyor ki..."

artık kardan yana fakir geçiyor kışlar. küresel ısınma, yaşlanan dünya vs. bu dünya da 5 milyar yıldır yaşlanmadı son 30 yılda yaşlandığı kadar. bir yaşlanmadır almış gidiyor. buzullar eriyor. venedik sular içinde. bir başka coğrafya hocam da "italya şimdi çizme gibi, önümüzdeki on yıllarda patik gibi olacak." demişti. içimdeki "yok artık"ı dışarı vermemiştim. o gün bugün içimde...

27 Kasım 2008 Perşembe

beşir fuad'dan

gün doldu: kendime bir aksisedayım
Ürktüm hep hayalâttan. aklım
bana açıkla: yırtılan
zaman mı gülün yaprağı mı? elinde
buruşturuyordu validem. kapatılmış
ve leyli bakışlı mecnune. ömrüm
şimdiden "bir devr-i hüzün"
ve kapkara matem: dizdizeyim
dalgın hayaletinle. ufku
sen misin seyreyleyen
darüşşifa'nın o tozlu
penceresinden, ben mi? vehimler
ve cinnet korkusu
bana mirasın. ölü oğul da
küçük, çıplak ayaklarıyla
geziniyor sofada, çatının
içindeki rüzgâr gibi.
ey hafıza! kanıyor
ne varsa süzdüğün. siyah zambak:
koridorlarında usulca açan
o cizvit mektebinin "gecede
yazmayı mutad edindim"
daha o zamandan. sırdır
çünkü yazı: candan doğar
ve ayan ettikten sonra
sır olur
nemsin benim
öteki zamanlardaki çocuk? bir hasım
gibi mi büyüttüm seni kalbimde?
sözüm sana yine de: kimi gerçek
daha derin düşten. düşler de
geleceğe gönderir ve yitik söz
dirilir okurun dilinde.
yaşamım! doğrusun
yanlış olduğun kadar. bir diken
gibisin içimde.
ah! gülün yok.
doğ karanlığın devâsa
rahminden de
okurum hisset beni:
"intiharımı da fenne tatbik edeceğim:
şiryanlardan birinin geçtiği mahalde
cildin altına klorit kokain şırınga
edip buranın hissini iptal ettikten
sonra orasını yarıp şiryanı keserek
seyelân-ı dem tevlidiyle terk-i hayat
edeceğim"
zevcem! kim kimin uçurumu?
her ağuş, ne yapsak
bir serzeniş aslında. metresim!
kucaklaştık ama daha bir kez
buluşmadık. tecilin
dolmasını bekledim ben.
suret-i varaka
"ameliyatımı icra ettim. hiç
bir ağrı duymadım. kan aksın
diye hiddetle kolumu kaldırdım"
ki "kâğıt dahi kanla mülemma"

beşir fuad

25 Kasım 2008 Salı

"unutma" cümleleri - I

in my heart, I am a million pieces about to break.
KJo

19 Kasım 2008 Çarşamba

estağfurullah

özür dilemek zor olabilir insan için. bir hata yaptığının farkında olmayı gerektirir öncelikle. sonra bunu başkaları, en azından bir başkası huzurunda da kabul edebilmeyi... pişmanlığını ifade edebilmeyi... bütün bu aşamalar başarıldıktan sonra, hata sahibi özrünü takdim esnasında iken, muhatabı tarafından bambaşka bir deneyim yaşanır, çoğunlukla farkına dahi varılmaz bir deneyim. insan, "ben hata yaptım, bunu kabul ediyorum ve affımı diliyorum" diyen birinin karşısında, soyut bir silsilenin üst makamında iken, aslında güç elde ettiğinde neye dönüştüğünü görme fırsatı yakalar. bunu özür sahibinin dikkatsizliği, kabalığı, düşüncesizliği, onu ne kadar zora soktuğu, kalbini nasıl da kırdığı ve benzeri, benzeri, benzeri daha pek çok lüzumsuz ve o anın amacına hizmet etmekten uzak ifadeleri dillendirilme vesilesi yapabilir. farazi silsilenin farazi üstünlüğünü biraz daha büyütebilmek için çırpınır. demek ki, ne zaman baksa aşağılarda bulmuştur kendisini, demek ki yükseklerde olmaya ihtiyacı vardır ve fırsatı kullanır. ya da... "estağfurullah" der. bir özrün mahiyetinde farkındalık ve telafi gayreti; telafi mümkün değilse dahi pişmanlık bildirisi olduğunu bilir ve makamını işte o zaman yükseltir, "estağfurullah"...

17 Kasım 2008 Pazartesi

kol kırılır yen içinde kalır

kıranın çok içeriden biri olması hasebiyle, kırığın yenden gayrısını mekan tutmaya ar etmesi demektir. kırığın dahi kırana aşıklığıdır. bunca büyüklük karşısında, kıranın başına taş yağsa, azdır.

16 Kasım 2008 Pazar

zor günlerin akşamları da zor mu olur?

zor günlerin akşamları da zor mu olur?
rahatlamanın kaç ayrı yöntemi bulunur?

köpük dolu bir küvet..
bel boşluğunda bir pofuduk minder dokunuşu...
kulakta çınlayan eski şarkıların yankılandığı bir karanlık oda...
bir şiiri okumak kendine, seslice...
çimenler üstüne sırtüstü uzanıp bulutları seyretmek...
gözleri kapatıp rüzgarı dinlemek...
sevilen bir sese/yüze dökmek kalbi...

zor günlerin akşamları da zor mu olur?
rahatlamanın kaç ayrı yöntemi bulunur?

nüks

03:09

sana gitme demeyeceğim ama gitme lavinya...

11 Kasım 2008 Salı

nobody home

Don't run too fast
Like a shot from a gun
Don't jump too high
And knock out the sun
Don't stray too far
Out on your own
When you finally come knocking
When you finally come knocking
There'll be nobody home
Nobody home

Don't pull too hard
Like a kite in the wind
"You're gonna"
break the string
When I reel you in
Don't take off flying
All on your own
When you finally come knocking
When you finally come knocking
There'll be nobody home
Nobody home

You say you're
feeling locked inside
Stuck inside to stay
You wanna fly away
There's
"really"
nothing I can do
To help you make your play
Make your getaway
Don't dream too wild
And shoot for the moon
Don't ride your heart
Like a balloon
Don't blow away
To places unknown
Cause when you finally
coming knocking
When you finally come knocking
There'll be nobody home
Nobody home

Don't run too fast
Like a shot from a gun
Don't jump too high
And knock out the sun
Don't stray too far
Out on your own
Cause when you
finally come knocking
When you finally come knocking
there'll be nobody home
Nobody home

When you finally come knocking
When you finally come knocking
There'll be nobody home
Nobody home

When you finally come knocking
When you finally come knocking
There'll be nobody home
Nobody home

running long enough

"If someone runs a race in 9.5 seconds and I run it in 10, even if I want to beat the person I have to still beat my own time. I have to go 9.9, 9.8, 9.7, 9.6 and 9.5, all those are my timings, so in the end the competition is with myself. The race is not about running fast enough, the race is not about running hard enough, the race is about running long enough."

Shah Rukh Khan

10 Kasım 2008 Pazartesi

annemin kalp atışları




ne kadar az dinliyorum onları. salonumda yaşıyorlar oysa... dünyanın en güzel yeri, en hesapsız sığınağı, annemin kucağı... ne kadar az yaslıyorum başımı.

9 Kasım 2008 Pazar

change, we need


barack obama'yla direkt ilgili değil yazmak istediklerim. seçimleri kazandığı belli olduktan sonra chicago'da yaptığı konuşma ve hatırlattıkları üzerine...


change, we need ve yes, we can ifadeleri ve obama'nın bu sloganları işleyiş biçimi dikkatimi çeken. dünyanın içinden geçtiği bu zaman diliminde ihmal edilmiş bir alana vurgu yapmakta bu ifadeler. nesil olarak genel bir gerçekleşmeyen için başkasını suçlama, çokça laf ve yokça hareket düstûruna sahibiz. olanı ve olmayanı kendimizden bir parça olarak görüp değiştirebileceğimiz o parçaya emek vermek yerine, şu ortamda neyin ucundan tutulur ki rehavetinde kaybolmuşuz sanki. obama değişimden söz ediyor ancak değişimi amerika'ya vaadettiği bir olgu olarak değil, amerika'nın vaadetmekte olduğu bir olgu olarak harmanlıyor cümlelerinde. "sizi dinleyeceğim." diyor, "özellikle de hemfikir olmadığımız zamanlarda." bu söylemler dahi, değişimin başladığını düşündürüyor bana. bunlar birer politik kurnazlık olabilir, arkası gelmeyebilir, çokça laf kısmında takılı kalabilir, bilmiyorum. bunu bize zamandan başkası gösteremez. ancak daha şimdiden "hikaye bunlar" demenin, biraz önce atıfta bulunduğum rehavetten kaynaklandığını düşünüyorum. inanmak için çok yaşlıymışız, istediği hayatı kendine vermeye başlayan bir bütünün parçası olamayacak kadar acizmişiz ve bunu ilk fırsatta işaret parmağımızı dışarı çevirip "onun yüzünden"li bir cümleyle kılıflayacakmışız gibi... bütün bunlara gerek yok, bekleyip görmekle ve bir kez daha (belki de ilk kez) denemekle kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. amerika'nın değişiminden değil, kendi değişimimizden söz ediyorum. değişimimizden bile değil, kendi değişimimden söz ediyorum. istediğim şey olmak için kaybedecek vaktim yok artık. istediği şey olamadıkları için başkalarını suçlamaya alışmış bir nesle karışacak, onları dinleyecek vaktim de yok. koltuğumda oturup bir yolculuk tariflemektense, yola çıkmayı seçiyorum.

düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür.
duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür.
davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür.
dlışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür.
değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür.
darakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.
Mohandas Karamchand Gandhi

Pazar Sabahı

şöyle biraz geç uyanma... hafta içi sabahlardan esirgenen ayrıntılı bir özenle hazırlanmış, mümkünse ailece yapılan kahvaltı... ekleri ve gazeteyi aile bireyleri arasında dolaştıran uzun uzun uzanıp gazete okuma saatleri... günün getirdiklerine, haftanın götürdüklerine dair birkaç gündem değerlendirme cümlesi... köşe yazılarından sesli okunan birkaç da beğeni cümlesi... bir fıkra, biraz bulmaca, bir-iki yemek tarifi... en az 10 mekan tavsiyeli "bugün nereye gitsek" yazılarını okuma ama gitmeme projesi... illa ve illa günün götürdüğü yere gitme iradesi... gazeteyi karın üstünde çadır yapmak suretiyle kestirmeceler... gazeteyi karın üstünde çadır yapmak suretiyle kestirmecede olanları uyandırmadan üstlerine bir şey örtmeceler... "ay geç oldu artık bu saatten sonra bir şey yapılmaz"lı uyanmacalar... hafta içine üç-beş hazırlık... birkaç lokma yemek, birkaç lokma sohbet... pazar akşamı...

7 Kasım 2008 Cuma

istemiyoruuuuuuum baba

outlook express, silinmiş öğeler kutusuna taşınmış, bir nevi gözden çıkarılmış, iletileri bir sağ tıkla uzay boşluğuna gönderme imkanı veriyor bana. masaüstümde geri dönüşüm kutusu... istersem geri dönüşsüz bir yola uğurlayabilirim içindekileri. "emin misiniz" der bana pc son kez, 'son kararım' tebessümümü takınır, "evet"e tıklarım. arama-kurtarma çalışmaları da kâr etmez sonra. "arama ve kurtarma" emir kipleri girer hayatıma, söz dinler, aramam ve kurtarmam. eternal sunshine of the spotless mind da bundan bahsediyordu. alvida, hamesha hamesha ke liye... gerçi orada yine de aşk kazanıyordu. ben aşkın kazandığı bir dünya istemiyorum. niye hayattayken kazanamıyor da artık cansız bir mefhum olmuşken kalplerin peşini bırakmayan bir hayalete dönüşüyor. yok öyle şey. ya paşa paşa, kanlı canlıyken yaşatacak, tutacak meydanlarını hayatın, ya da hayalet olup kırklara karıştığında da kıracak dizini, oturacak perdeler ardında. oynamıyorum artık ve oynatmıyorum da. bu mudur, budur!

6 Kasım 2008 Perşembe

döngü

nereye yetişmeye çalıştığımı bilmiyorum. bazen manasızca hızlanıyorum. ne zaman koyulduğunu, kim tarafından belirlendiğini bilmediğim kurallara uyacağım diye tüketiyorum kendimi. bir an aklım başıma geliyor, "dur" diyorum kendime, "bu acelen ne?"... yavaşlıyorum. kolaylaşıyor hayat. benim derdim olanlar ve olmayanlar sihirli bir değnekle ayrışıyor ve hafifliyorum. sonra yine, belirleyemediğim bir tetikleyici ve muhtemelen hep başka sebeplerle hızlanıyorum. sırtımda bir süper kahraman pelerini var sanıyorum. en nihayetinde varsanı'yorum. hayat zor, dünya yorucu, günler karanlık geliyor. bir yerde, bir an, tekrar, aklım başıma geliyor. hangi tetikleyici ve muhtemel hangi çeşitli farkındalık vesileleriyle bilmiyorum ama yavaşlıyorum.
hayat bir kendini sakin tutma denemesi şimdilerde...
zorlanıyorum.

30 Ekim 2008 Perşembe

yine yine yeni yeni yine yeni yeniden

depresif olmamayı seçiyorum.

29 Ekim 2008 Çarşamba

böyle buyurdu zerdüşt

"He who has a 'why' to live, can bear with almost any 'how'."
Friedrich Nietzsche

boşluk

nasıl oldu bilmiyorum. ayaklarımın altında bir kapak vardı, iki kanadı iki yana açıldı ve ben boşluğa düştüm sanki. tam da boşluğun insan zihninde üretilmiş bir kavram olduğundan dem vururken. eğer boşluğu inşa edebiliyorsa zihin, anlamı da inşa edebilir safındayken. ağır metal gürültüsü ve sessiz, derin, karanlık...

hatırlamıyorum bile neyle, nasıl bütün hissettiğimi. birkaç fikrim var aslında ama uzak ve imkansız geliyorlar şimdi. oysa oradaydım. of, bu bir meydan okuma olmalı. yaygın tabiriyle, bir imtihan. kenan hoca dememiş miydi "ALLAH insanı en iddialı olduğu yerden vurur." diye. fazla da iddialı değildim oysa. nereden akıl ettiysem, iddalı olmamayı akıl etmiştim vaktiyle. belki de sadece cümleydi bu. belki de bir vitrin cümlesi. zihnimin balo salonları duman altıyken camlarda asılı "no smoking"ler kadardı. her neyse, fazla iddialı değildim diyordum. sadece son zamanlarda fazlaca atıp tutuyordum. göbeğini hoplatıp ağzını kapatarak gülen, bir şekilde sevimli bulduğunuz ama bir şekilde dönüşmemeyi umduğunuz teyzeler gibi "ay çok güldük kötü bir şey olmasa ALLAH muhafaza" damıtmak istemiyordum keyfimin yerindeliğinden. e şimdi o teyzeler haksız mı?

bu bir kelime kutusu. içindeyim. kalabalık bir karışıklıkla kaplıyım. bir kelime çekiyorum karmaşanın içinden ve çağrışım oyunu oynuyorum. fantastik filmlerdeki gibi ince teller üzerindeki hızlı akımla cıııızzzz diyerek çalışıyor nöronlarım. bir kelime bir diğerini buluyor ve arkadaş oluyorlar. ben de arkadaşlarını kutlamak için onları cümle yapıyorum. bir özne, bir yüklem. şanslıysalar bir de nesne... belirtili, belirtisiz bakmıyorlar. gözleri yükseklerde değil. ne de olsa samanlık seyran...

şu an dsm-iv'ü açsam tanıya ulaşabilecek kadar depresyon kriterini kendimde bulabilirim. adını koyabilmek için 2 hafta beklemem gerekecek tabi. ne de olsa "five (or more) of the following symptoms have been present during the same 2-week period..." ya da geçmiş iki haftaya bakabilirim, bu belki de zamandan tasarruf etmemi sağlar. yaşasın ekonomik kriz ve yaşasın krizin hayatımıza soktuğu tasarruf planları. anlaşılan bulaşıcı...

kendimi biraz ihanete uğramış hissediyorum doğrusu. aslında onlarca saat oturup konuştuğum onlarca insan hissetmeli bunu. hani işe yarıyordu. hani nasıl düşündüğümüz belirliyordu nasıl hissettiğimizi ve nasıl davranacağımızı, dahası, hani nasıl düşündüğümüzü belirlemenin bir yolu vardı.
oynamıyorum. evet belki çok erken, ama şimdilik oynamıyorum.

ruhun şâd olsun Beck.

dengemi kaybettim

dengemi kaybettim. sendeledim belki sadece, belki de düştüm. neye karar verirsem o olacak. görünüşe göre olmak istediği insan olmak yolunda attığım kararlı adımlar birbirine dolaştı. "sadece kötü bir dönemden geçiyorum." da diyebilirim, "özüme geri döndüm, bu kadarım." da... ne dersem o olacak. satır aralarındaki alayı sadece ben görebiliyorum ama gevşemiş vidalarımı bulup sıkmaktan acizim. belki de yalama olmuşlardır. evet galiba bu... çok mu oynadım acaba sistemle. oysa yıllar önce uyarılmıştım; "çalışıyorsa fazla kurcalama, bozulur." kurcalamadığımı sanıyordum. hayır aslında. kurcalamadan olunamayacağını sanıyordum ve nedense bir olmaktır takılmıştım. hamdım, pişecektim, yanacaktım. illa yanacaktım. işlemin ortasında sistem hata verdi ve yarıya çiğ kaldım. bu kayıt 10 saniye içinde kendisini imha edecek. öyle yetenekli bir kayıt, vesselam...
10
9
8
7
6
5
4
3
2
1

28 Ekim 2008 Salı

nikâh

.

Nikâh! Akd!

Din evliliği teşvik ediyor, boşanmayı zorlaştırıyor.

Nikâh! Akd! Bağ!

Nikâhın olmadığı yerde nikâhlı misali hareket ALLAH katında en büyük günahlardan.

Nikâh! Akd! Bağ! Helâl!

Nikâh helal kılıyor bu akd ile birbirlerine bağlananları birbirlerine. Dışarısı içeri haram, içerisi dışarı...

Ente Mevlana!

Koru bizi esfele safilin olmaktan. Bizi ahseni takvîm üzere kıl. Sev bizi. Sevdir bizi sevdiklerine. Sevdir sevdiklerini bize. Ayakkabı bağcığı senden, sevgiler senden...

Ente Mevlana
ve onlara karşı
ALLAH bize yeter!

.

27 Ekim 2008 Pazartesi

dokunma doktor

2000'li yılların başı... psikoz koğuşunda vizite saati... uzman doktor, asistanlar ve stajyerlerin bulunduğu bir oda... hastalar tek tek alınıyor içeri, 1-2 soru, 1-2 cevap, 1-2 suskunluk, 1-2 boş ya da ürkek bakış, bükük boyuk, küçülmüş beden...

sıradaki...

diğerlerinin aksine, saçlarından süzüldüğü izlenimi veren kirin yer yer lekelediği elbisesine tezat bir kendinden eminlikle, omuzları ve başı dik girdi odaya. 20'li yaşlarını yeni yeni sürmekteydi, belli. odadaki herkese tek tek baktı. sanki bu odada haftalık toplu vizite yapılmıyor, kendisi bir teftiş için teşrif etmiş bulunuyordu. uzman doktorun sorduğu 1-2 soruyu, eli ve tersiyle havada çizdiği 1-2 daireye hapsetti. birkaç derece daha arttırdı boynunun umursamaz açısını ve alaycı tonlamasıyla ünledi; "aşk yarasıdır bu, ilaç kapatmaz." sonra çıkıp gitti. o çıkıp gittikten yıllar sonra öğrendim, söylediği şarkının adı "doktor"du. "verdiğin teselli beni avutmaz/dermanı yardadır sende bulunmaz/boşuna benimle uğraşma doktor/dokunma, dokunma, benim gönül yarama dokunma doktor" sözleriyle devam ediyordu. ona ne oldu bilmiyorum. hayatın yüzüne tokat gibi çarptığı şarkının nakaratında kaybettim onu, geride soru işaretleri kaldı.

dünyanın, kıvrana kıvrana yaşadığı halde içinde kaldığı gerçekliği reddedenlerden aldığı intikam mı bu etiketlemeler?
hasta dediklerimiz hayatı umursamamayı seçmiş 'yaşamak yorgunları' mı acaba?
gerçeklikten kopmalarının sebebi gerçeği beğenmemeleri olabilir mi?
bizden farkları, kendilerine yeni bir gerçeklik hayal etme cesaretleri mi?
gerçek dediklerimizi görmezden gelenlere vermeye çalıştığımız etiket mi hastalık?
belki de umursamamak, belki de en nihayetinde, kaybedecek daha fazla bir şeyi olmamak...


23 Ekim 2008 Perşembe

zihnî meşguliyetler

beyin hücrelerimin bir kısmı dokunulmamış olarak muhafaza edilmekteler. onları öyle saklamak istediğimden filan değil, nasıl harekete geçirileceklerinden emin değilim, hepsi bu. bir olayı yaşarken aktive edebildiğim beyin bölümleri ile belli bir zaman geçtikten sonra olay üzerinde düşünürken aktive edebildiğim bölümler çok farklı. bu fark; olay esnasında gerçekleşen duygusal tepkimeler, dışsal etkenler, bağlantıya geçilen hafıza birimleri ve çağrışım bağlarından oluşan bir etkileşimler silsilesi ile açıklanabilir belki. belki de açıklanamaz. her şeyi açıklamak gerektiği fikrine nereden kapıldığımı da bilmiyorum ama bazen oluyor. bazen kendimi –meli –malı cümlelerinden döşediğim zihnimin bekleme salonunda buluyorum. bu farkındalık; enerjimi olduğum şey her ne ise onu olduğum gibi kabul etmeye değil de kendimi başka bir şeye çevirmeye harcarken gerçekleşiyor kimi zaman ve birden hatırlıyorum, karşılarındakini kaybetmekten korkmaksızın zaaflarını ifade edebilen, negatif yönleri hakkında konuşabilen insanlara karşı duyduğum saygı mayalı hayranlığı. arkasında duramadığım şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama kendi olabilmek dünyanın en çaba gerektiren meziyetlerinden biri gibi görünüyor gözüme.
kûn fe yekûn.

20 Ekim 2008 Pazartesi

istemiyorum ben bunu, al götür su

neyse ki ruhum bilinçaltımda ikamet ettiği geceden koptu ve aramıza katılma emareleri göstermeye başlayarak bedenime geri döndü. 10 üzerinden 8 bizimle diyelim. içimde şelaleden taşan sel kalıntıları... off bilmiyorum. kafamda bir hodri meydan, bir uğur dündar... bir taraf "hallettik sandıklarınızın ne kadarı bilinçdışı sandıklarda zaptedilmektedir bilseniz onları halledilmişler hanesinden silerdiniz." hönkürmesinde. diğer taraf ise "buna hortlama deriz olsa olsa. bir nüks yaşandı diye -ki gül hatrınız kırılmasın diye verdik bu nüks payesini de, bir göz kırpması süresince meydanı tutmuş bir yanılsamadır bu ancak ve ancak- hiç iyileşmemiş sayılamaz kimse." demekte. olur mu efenimleri, bal gibi olur efenimler kovalıyor, hiç de bilelerin peşine pek ala da öyleler düşüyor... hodri meydanının ortasındaki anıtın gölgesinde dururken bu koşuşturmaya yetişemeyen uğur dündar'a acıyorum en çok. vakarla güneybatıya taranmış saçları dahi gizleyemiyor çaresizliğini. içimin meydanlarını katlayıp cebime koyuyorum ve uğur dündar'ı, olurcular ve olmazcılarla birlikte hodri civarında terk ediyorum. dilimde bir klişe replik "kimse bana ne yapacağımı söyleyemez." (kulakların çınlasın john locke. sen de ne yapamayacağının söylenmesine gıcıksın. cümlelerimizde bir olumsuzluk eki farkı var lakin ikimizde sınırlarımızın ihlaline alarm veriyoruz en nihayetinde.)
ceplerim meydan tenhalığı, yürüyorum. rüyamdan sızan şizofrenik bir yağmurla ıslanmakta olduğumu fark etmekle görmezden gelmek arasındaki kırmızı ışıkta duruyorum. (okuduğumda pişman olur muyum acaba yazdığıma? ama her yola bir araç gerek ve benim kelimelerim... arabam.. yolum... yolculuğum...) ışık yeşile dönerken bir daha sola ve sağa sonra tekrar sola bakma gereği duymadan karşıya geçiyorum. eskilerden; kötü rüyalardan "hayrolsun" deyip uyanan ve rüyayı suya anlatan, "istemiyorum ben bunu, sen al götür su" diyen kadınların zamanından bir kapı aralık kalmış. yazı akıp gidiyor, suyun akıp gittiği gibi. "istemiyorum ben bu rüyayı yazı, al götür sen bunu." (ne istediğini bilmek, gerçekten bilmek, hangi zaman kaymasında takılı kaldı? ben bu rüyayı isteyip istemediğimi dahi bilmiyorum. hoşuma gidenler de var mı acaba içinde? beni sarsa sarsa sersemleten bu hoşuma da teessüflerimle ayrıca... bana bir hoş ayarı lazım belli. "canım yanacaksa bir şey, hoşumun köküne kibrit suyu, canına cehennem..." demek yetmiyor mu her zaman? hoşumun bu basit formüle galip gelerek canımı yakacak olanı içeri buyur etmesi mümkün müdür ki? hoşa gidilir ama belki hoş evde değildir. evdedir ama yokmuşçuluk oynuyordur. perde aralığından görünce geleni açmıyordur kapıyı belki. hah, işte hoşumla uzlaştık burada. perde aralığından içi eriye eriye seyretmesine müsaade ediyorum geleni, lakin içeri almayacağına söz verdi.) ne diyordum, "sen al götür bu rüyayı suya yazılan yazı. bulan olursa hükümsüzdür, sorumluluk kabul etmiyorum."

rüyalar rüyalar

rüya mefhumunun şizofrenik bir alt geçidi var. sevdiğiniz birini gördüğünüzde onunla birlikteymiş gibi keyifli hissetmenizi sağlayacak, sıkıntılı bir olay yaşadığınızı gördüğünüzde ise o buhranı vücudunuzda resmedecek hormonlar devreye giriyor. böylece sadece bilinçaltınızda vuku bulmuş bir yaşantı için fizyolojik ve psikolojik tepkime gerçekleşmiş oluyor. aslı astarı yok ancak (en azından bir süre) zihninizde izi var.

rüyamda, saatlerce ağladım. muhtemelen 3-5 saniyede bitmiş bir hadiseyi günmüş gibi yaşadım ve gün boyu ağladım. uzun bir ikna çabasını, sunulan argümanları, olmazların gerekçelerinden dokuduğum karşı ataklarla karşıladım. tüm ailem şahitti, ne çok yoruldum. içime bir şelale dökülmüş sanki. ferahlıktan değil, boğulmaktan bahsediyorum. gözyaşlarımın ağırlığı şu an karın boşluğumda asılı. bitkinim.

18 Ekim 2008 Cumartesi

soru işareti

gözlerimi kapattım.
yokmuş gibi orada, çevirdim başımı başka yöne.
seslerine kulak tıkadım.
görmezden geldim.
umursamıyormuşum gibi davrandım.
umursamadım da zaman zaman...
önüme çıktığında yolumu değiştirdim.
önüme çıkmasın diye binbir engel dizdim.
çıkardığı gürültüden dem vurdum da yollara döktüğü gül yapraklarından söz etmedim.
parmak uçlarıma değip çekilen bir deniz kadar sokulunca bana bugün, bahçelerde oynayan çocuk cıvıltılarına emsal güzelliklerini serince önüme, imrenmenin kıyısını ufkumda görünce, sordum kendime bu kez; iyi mi yapmaktayım?

8 Ekim 2008 Çarşamba

7 Ekim 2008 Salı

arka bahçe

kelimelerimi yıkayıp asmak istiyorum ama çok sıktırmadan, kırışmasınlar...
kar beyaz parıldasın ve martıların gözlerini alsınlar
gecedir artık ve yakamoz vaktidir sansın martılar,
gidip kuş uykusuna yatsınlar
masal rengi gibi pırıltılı olsun renkler
ağaçlar bulutlara günaydın desin
rüzgar dalgalandırsın kelimelerimi
bir saka konsun evimin bacasına
boyamaktan yorulup renksiz bıraktığım son kiremitlerin üzerine gölgesi düşsün
bir pofluk duman yeni yükselmekte olsun evimin bacasından ama sakanın ayakları yanmasın
kışmış
soğukmuş
üşümüş
ısınsın.
kelimelerim efil efil...
yağmur yağmasın ben kelimelerimi toplamadan
çimenler içine saplayıp ip gerdiğim tahta sopalar gevşemesinler.
arka bahçeme açılan üç-beş basamakta sarı solgun yapraklar...
bir belki zıplayıp mandallar arasından salıncağa konsun
salıncağın zincirleri
bir ileri, bir geri
rüzgar kuzeybatıdan yağmur bulutu toplarken
kelimeler hasır sepete, mandallar keten torbaya
kelimeler kar beyaz
mandallar tahta
-hiç plastik mandalım olmayacak benim
ben tahta mandal severim-

hesapsız

susalım mı biraz aynı odanın iki ucunda?
zaman aksın aramızdan...
gözlerimizi kapatalım başımız duvara yaslı.
dinleyelim bakalım en uzağı kim duyacak?
bekleyelim, bekleyelim, bekleyelim...
içimizden bir ses emin olsun beklemeye doyduğumuzdan
dinginlik sarınca ruhumuzun iliklerini, açalım gözlerimizi
değiştiğimiz ilk kelimeler birer tebessüm olsun
hayatın boynunda çiçek açsın gülüşün
seni gülümserken görmenin gülüşü yayılsın dudaklarıma.
suskunluğu gülüşlerden kıralım
aynı odanın ortasında.

6 Ekim 2008 Pazartesi

5 Ekim 2008 Pazar

laila aur majnu

bir deyim vardır, hallaç pamuğu gibi atmak... eylemi pasif, kendimi nesne yapacağım;
bir laila aur majnu performansı ile hallaç pamuğu gibi atıldım.
sınır birliklerim silah bıraktılar birkaç lahza, ben gizil ırmaklarımda yıkandım.
meydanlarda meydan okurken majnu, laila'nın eti kırbaç izi...
bir kılıç ki; darbesi majnu'nun göğsünde kanarken, ucu laila'nın sırtında parıldamakta..
cüretim yok, ne laila'yım, ne majnu...
yüzlerine bulanan çöl saçlarımdam geçmişti bir vakit,
onu bildim sadece.
bilmekteyim değil, bildim ve geçtim ırmak sularından.
uç birlikler yerlerini aldı bir bir, tutuldu yine surları sınırların.
asayiş berkemâl,
bîkelâm...

4 Ekim 2008 Cumartesi

şımarıklık

istediğimi elde edeyim ama bedel ödemeyeyim nesliyiz galiba.
bu nedenle reklamlar "3 alın 1 ödeyim", "hepsini alın hiç ödemeyin" sloganlarıyla dolmuş olsa gerek.
"aşık olayım ama acı çekemeyeyim
az çalışayım ama çok kazanayım
ben bağırayım ama o sinirlenmesin
buluşmaya geç kalayım ama arkadaşım suratını asmasın
karşıdan karşıya ilk önce ben geçeyim
yürüyen merdivene adımımı önce ben atayım
sevgilim olsun bana ilgisiz kalmasın
sevgilim olsun ama ilgisiyle boğmasın
öyle bir denge tuttursun işte
ben bir şey yapmak zorunda kalmayayım
güneşli olsun hava ama öyle çok da yakmasın
arada yağmur da yağabilir ama pantalonum çamur olmasın
istediğim her şeyi yiyeyim ama kilo almayayım
spor yapmayayım ama bedenim şekle girsin
kitap okumayayım ama sözüm-dilim anlaşılır olsun
bam bam müzik dinleyeyim ama beyin hücrelerim ölmesin
bulaşıkları makine yıkasın ama onu boşaltmak zorunda da kalmayayım
dev tencereleri yıkayacak dev makineler de icat edilsin
çamaşır makineleri de artık ütü gerektirmez şekilde yıkayabilsin
film seyredeyim, ağladığımı kimse görmesin
ama biri ağlarsa, ben hemen göreyim
sevgilim kravatının rengini, kemerinin tokasını, cebini, düğmesini bana danışsın
ama eteğimin boyuna karışmasın
arabam olsun ama fazla benzin yakmasın, hem trafik de olmasın
bahar gelsin ama polenler uçuşmasın
kış gelsin ama soğuklar fazla abartmasın

o olsun
bu olsun
şu olsun
ve bi zahmet
ben en küçük parmağımın en küçük eklemini oynatmadan olsun
bir de bi daha zahmet ben düşünür düşünmez, tam da istediğim gibi olsun..."

geldiler bana soldan soldan... meltem rüzgarında fırtına sarsıntıları yaşayan nesle (dahil olabilirim, hiç fark etmez) ifrit oluyorum. biraz sağlam duruş, bir ayakların yere basması, bir kendinden emin olmaktır devası... çok da bir şeye gerek yok ki...
evet aşık olunca kanırta kanırta kanatacaklar kalbimizi.
evet güneş çıkınca yakacak canımızı ve yağmur yağınca da paşa paşa ıslanacağız.
arabamızla ayağımızı yerden kesmeyi biliyorsan benzin parasını çatır çatır ödemeyi de bileceğiz, trafiğin cefasını çekmeyi de.

derhal terk etmemiz gereken şey, hayata başımıza gelen şey muamalesi yapıp paso şikayet etmek. hayat seçtiklerimizin toplamıdır oysa. seçim kabiliyetimizden mi şüpheliyiz, seçtiğimizi nasip edenle mi derdimiz var? her ikisi de sakat. sadece elinden geleni yap ve RABBin hükmünü bekle. bu ikilinin olduğu yerde şikayeti sığdıracak yer kalmaz işte.

eylem ve sebat...

30 Eylül 2008 Salı

let me be

bırak, senden farklı kalayım.
senin gibi düşünmediğimde, aklına gelmeyeni aklıma gelir bulduğunda, korkma.
izin ver, ben başka olayım.
yüzüme baktığında, aynaya baktığını sanma.
beni bir yansıman sanman yanılsamadır olsa olsa.
ben başkası kalabildiğim kadarıyla bir anlam taşıyabilirim "biz" içinde.
iki tane "sen"den ya da iki tane "ben"den "biz" çıkmaz.


derkenâr;
bir de, before sunset'te seline diyordu ki, "tanrının içimizde olduğuna inanmıyorum. ne benim içimde tanrı, ne de senin içinde... olsa olsa aramızdaki bu küçücük mesafede olabilir. iki insanın kendi varlıklarından katarak ancak en nihayetinde kendilerinden de bağımsız kalarak oluşturdukları bu arada."

27 Eylül 2008 Cumartesi

ikrar

bir sabah ezanı ferahlığı dolsun içime, duvarlarıma çarpa çarpa felahı ve ferahı getirsin istiyorum.
inandım ve iman ettim ki namaz uykudan hayırlıdır.

25 Eylül 2008 Perşembe

raylı sistem

hayat tren katarları gibi gözümün önünden geçip gidiyor. anlamlar iki nabız arasında yer değiştiriyor. bulunduğum binanın penceresinden görünen otoyolda sanki oyuncak arabalar vızıldıyor. hayat bu kadar küçük, böyle basit, böyle kendi başına buyruk... seçimsiz bir nihayet zaman zaman... bazen iyi bir şey bu. tüm galaksiler içinde dünyanın minicikliğini ve dünyanın içinde kapladığınız alanın minicikliğini düşünerek omzunuzda taşıdığınızı sandığınız dağı bir kum tanesine dönüştürebilirsiniz zihninizde. bazense, ipler ucunda bir kukla misali, gerilen ipi farklı yorumlayan her bir ekleminizin başka bir yöne gitmesiyle parçalandığınızı hissedebilirsiniz. ne isterseniz onu hissedersiniz bu dünyada, yeter ki seçim yapma gücünüz olduğunu unutmayın.

24 Eylül 2008 Çarşamba

medet

Ey Rabbim,

deride bir kesik oluştuğunda pıhtılaşmayı, damar içinde akarken pıhtılaşmamayı kanımıza öğreten RABBim... Kanımıza akmayı unutturma...
'kimden zarar gelir, kimden zarar gelmez'i hücre zarlarımıza bildiren RABBim... Hücrelerimizin kafasını karıştırma...

Ey Rabim,
çaresizliğin pek çok rengi var, başka renklerini tattırma...
Ol! lutfet, ve olsun şifa...

21 Eylül 2008 Pazar

şimdiki zamanın hikayesi

planlanmadığı halde kendi kendini taşıyan ve damakta unutulmaz lezzetler bırakan günler vardır. dün gibi... sabah kendimi evden zorla çıkarmak suretiyle katıldığım toplantıdan ayrılırken şu cümleleri mırıldanıyordum;
"sevgili şeytan, bu mektubu sana balat'tan yazıyorum. belini kırıp evden çıktığım ve bu topluluğa dahil dakikaları ömrüne kattığım için çok mutluyum. kendime, senin şahitliğinde, nice 'şeytanın belini kırmalar' diliyorum,
nispetle..."
balat'ın yeniliğe yenilmemiş sokaklarında yürüdüm. biraz meyil, çokça arnavut kaldırımı... sıkıntılanılsa korur, sır saklansa kırılır gibi birbirinin üzerine eğilmiş kemerli evler arasından karagümrük'e çıktım. sağım edirnekapı, solum yavuz selim; istikamet padişah yolu... yavuz selim'i adımlayıp fatih'e, oradan vezneciler'e vardım. sonrası bir doyulmaz yolculuk... beyazıt camii'nin aynı penceresinin önündeki aynı halı motifinin üzerinde, aynı olmayan yüzüm ve aynı kalmayan kalbimle kıyama durdum. yıllar önce, her namaz sonrası o motifin üzerinde oturur, pencerenin çift kanadı arasından, yerini bir türlü kestiremediğim bir uzakta, yan yana duran iki kavak ağacını seyrederdim. rüzgara teslimiyetleri ve bir usul boyun eğişi andıran salınışları ruhuma sirayet ederdi sanki. bir dış ses tarafından dış dünyaya çağırılana kadar sükûta gark olurdum. dün aynı mekan, aynı hâl üzereyken, gözlerim uzakların iki kavağını aradı, yoktular. uzun uzun baktım çamların ardına. yerlerini, elimle koymuş gibi bilen gözlerime inanmadım ve sağ yönü, sol yönü taradım. pencere pervazına sokulup, uzun uzun baktım, yoktular. yenilerin yenilgisine mi kapıldılar, diye düşündüm. yaşlıydılar da yıkıldılar mı yoksa? yoksa... hiç mi var olmadılar. 'aynı kalmayanlarıma inat bir avuç aynı kalmışlığım'dan da yitirdiğimi fark ettim. başkalaşmışlığıma rağmen ardımda kalanların aynı kalmasını uman bencilliğimi fark etmeden, 'resmin parçaları eksilmekteyse, o resmin adı mazidir artık... hayat...' dedim, başını iki yana sallayan bir heyhat vurgusuyla.

sahafların içinden geçip kapalıçarşı'ya girince, balat'tan beri biriktirdiğim geçmiş, yüksek kubbelerin altına dağıldı. turist kalabalığı, ecdadın sesini duymayı kabil kılmadı. kapalıçarşı'nın bilmediğim sokaklarında, tanımadığım satıcılarla konuştum, daha önce görmediğim dükkanlara girip, bilmediğim kapılarından çıktım. ilk kez namaz kıldım nuriosmaniye camii'nde. insan beyazıt'ta onca yıl geçirir de, nuriosmaniye'de bir vakit namaz kılmaz mı? kılmaz. nasibinde yoksa, kılmaz. nasibin vakti gelince de alır alnının hakkını secdeden. görebildiğim kadarıyla cami içinin onda dokuzu iskelelerle kaplıydı. kadınlara ayrılmış, ancak on kişiyi alacak bir alanda on kadın, bu alanın ortalama on katının ayrılmış olduğu alanda ise dört-beş erkek namaz kılmaktaydı. ışıkları sönmüş, loş göğsüne demir iskeleler kurulmuş cami ne de garip kalmıştı. nasıl ki çocuk çığlıklarından mahrum okullar ıssız, insansız meydanlar yalnızsa, öylesine mahsundu nuriosmaniye...

cami avlusunun az ilerisinde çemberli taşı görüp, çemberlitaş'tan yürümeyi uzun bulan akılsız başımın derdini ayaklarım çekti ve beni ayasofya'nın alt yoluna çıkaracak arka sokaklara daldım. ardımda bıraktığım tevazuya inat, baktığınız takdirde dahi sizden bedel talep edebilecekleri izlenimini veren vitrinlerin önünden geçtim. çokça yürüdüklerinden olsa gerek, çokça yorulmuş bacaklarını alçak bir duvara yaslayıp gererek dinlenmeye çalışan üç turiste gülümsedim. içlerindeki en yaşlı adam, uzun beyaz saçlarıyla gülümseyişime cevap verdi.
nihayet sultanahmet... cami avlusuna en çok sevdiğim kapısından adım atarken, sağ yanıma aldığım çınara selam verdim. avlu; insan kalabalığı, kitap muştusu, bilmem kaçıncı kitap fuarı... ramazan aylarında sultanahmet'in üzerinde asılı duran bu uhrevi hava, insansız var olmazdı muhakkak. oraya adım atmış olan her bir kişi, oluşmasında katkısı olduğu bu birlik halinden payesini almakta sanki. en sevdiğim buluşma yerlerinden, şadırvan önünde, buluşmayı en sevdiklerimi bulup abâd oldum. sonrası suskun hamdlar, Şafi'ye yönelmiş dualar, sekinelerle ışıl ışıl bir gece...

yürüdüğüm yollardan;
birebir aynı ürünlerin, sokak sokak nasıl fiyat katlayabildiğini
yanlışlıkla size çarpan bir yabancının ellerinizden kavrayıp 'iyi misiniz' diye sorabileceğini
geçmiş günlerin hala kimi eski sokaklarda yaşamaya devam ettiğini
mazi dediğimizin sadece zamanla değil pekâla mekanla da iç içe olduğunu
günün bereketinin sabah dağıtılmaya başlandığını öğrendim.

19 Eylül 2008 Cuma

kızıl siyah bulutlar

uzun uzun bahardı eskiden. ve uzun uzun eylül... sepya günler tutardı şehri. kimliklerinden soyunur gibi yaprak döken ağaçlar anlam değiştirirdi. biraz yağmur serpiştirdi mi gözyaşı kabilinden, yaşamaya doyulmazdı. usul bir rüzgar, arada hiddetlenerek, önüne katardı yaprakları. biz, cam güzelleri. bir mevsimi, pencere pervazında yaşardık. rüzgarı içimize çeker, yağmura kanardık.

17 Eylül 2008 Çarşamba

we missed our God - biz Allah'ımızı özledik

yürüdüğüm yollar... azalmaz sandığım takati dizlerimin... tut dediğim yere uzanabilmesi elimin, gör dediğim yeri seçebilmesi gözlerimin... hükmü elime verilmiş bedenimin hükmü hep bende kalır yanılgısı... önceliklerin, daha iyi ve daha kötülerin, belkilerin, şimdilerin ve sonraların tanımlanamaz bir süratle değiştiği dünyada, değişime karşı koyması imkansız varlığımın şaşkınlığı... 30'lu yaşlarımın ayak sesleri... kaygıların, bedellerin, ümitlerin yön değişimi... orayı buraya, dünü yarına, hiçi belkiye, nasılı nedene seçmesi insanoğlunun... anlamların boy boy değişmesi... 'biz Allah'ımızı özledik gari...'



We Missed Our God from yasemin kasim on Vimeo.

http://www.y22k.com/

bir sonsuz yağmur yağsa

sevdiğin bir hayatı, sevdiğin insanlarla, sevdiğin bir şekilde yaşamak çok güzel. yaşamın bilmediğim katmanlarından geçiyor gibiyim. ya da... çokça adımlanmış bir koridorda önünden geçmeye alışılmış, ardını görmeye yabancı kalınmış kapılara dokunmak gibi günler. değiyor, seviyor ve değdiğine seviniyorum.

derkenâr; tevriye sanatı.

16 Eylül 2008 Salı

ruhun şâd olsun Sultan Ahmed

uzun uzun yazmak istediğim kimi vakitler uzun uzun gülümsemeyi becerebiliyorum en çok. bu kimi vakitlerde öylesine keyif dolu geçmiş oluyor ki gün ve ben, öylesine az biliyorum ki böylesine keyif dolu kelimelerden... sussam, hatırlasam ve gülümsesem ancak... bolca sultanahmet, doya doya gece, gürül gürül mehter, sağanak bir yağmur, efil efil Mamisaphe, dizi dizi kitaplar, yinelemeye planlar... bir daha. yine. uzun uzun. usul usul. hamd.

13 Eylül 2008 Cumartesi

en çok neyi?

listeleme işinde hep zorlandım. sevdiğim şeyler, sevmediklerim, merak ettiklerim, görmek istediklerim... iç ya da dış bir uyaranla benzeri listemeler yapması istenildiğinde zihnimin net bir cevabı oldu daima, çark etmek. zavallı dilim, zihnimin bu kısa ve net tavrını yumuşatmaya çalışıp aklına ilk gelenler arasından cevaplar sıralamaya çalışır; bu ne bana, ne de karşımdakine yetmezdi.
şimdilerde ise, hayat kendi akışı içinde sürüp giderken minik farkındalık anları yaşıyorum. hıza kapılıp yönünü, amacını, süresini kaybetmiş akıp gitmelerden sıyırabildikçe kendimi fark ediyorum;
. neleri az, neleri çok sevdiğimi,
. neleri az, neleri çok sevmediğimi,
. siyahla beyaz arasındaki griyi,
. günü dünden ve günü yarından ayıran çizgiyi,
. inciri, zeytini ve tur-i sinin'i...

ve fark ediyorum ki; fark ettikçe daha çok seviyorum yaşamayı. akıp gitmek yorucu, yok sayar, ip ucunda kukla kılar bir terane, hem de en çok özgürlük kafiyesini yineleyen terane... farkındalık ise; garkolmanın sükunetini aheste salınımlarıyla besteleyen bir letafet...

12 Eylül 2008 Cuma

mekân-ı sabâ

sabahları yürüdüğüm yollar, yüzüme vurmakta olan serin bâd-ı sabâ beni kendime getiriyor. sadece gözlerimle değil, bütün bedenimle uyanmaya başlıyorum. ne yazık ki; ruhumun serserilikleri gecelerimin peşini bırakmıyor ve göz kapaklarımın ağırlığına karşı koyamayana kadar direniyorum. böylece uykunun son demlerine kadar da ben sabahların peşini bırakmıyorum ve döngü 'işe yetişme telaşı içindeki karıncalar içinde bir diğer telaşlı karınca'nın hikayesi şeklinde gelişiyor. attığım adıma bakacak vaktim yok. yüzüme vurdukça ruhumu dalgalandıran rüzgarı karşılayacak vaktim yok. her şey bana çarpıyor, ben her şeye çarpıyorum ve akreple yelkovanın raksı arasında kendimi merkeze atmaya çalışıyorum. ardımdan bakakalıyor kaldırım taşları, rüzgar başımın üstünde bir sitemkâr dönüş yapıyor attığım o son adımda. hani sen öyle olmayacaktın, diyorlar ihtimal ki... hani sen günün batmaya döndüğü o morumsu akşam vakitlerinden mahrum bırakmayacaktın lavinyaları... hani yağmur yağsa ne zaman, kalbine düşeceklerini bilecekti damlalar... bîhaber kalmayacaktın sevdiklerini sevdiğine yollayan Akbar'ul Akbar'ın latif, şerif selamlarından... ihtimal ki...
biraz geceden, biraz da uykumdan çalmak, sabahlara karışmak istiyorum. etrafımda akıp giden karınca kalabalığında karıncalığın, kalabalığın, adımlarımın, kara gecede kara karıncanın adımlarının gölgesini bilenin bilgisinin ve selamının tadını çıkara çıkara, tenhaların sükûna gark ve aheste sabahlar istiyorum.

beni bırak

ki anlam bulsun sana gelişim...

2 Eylül 2008 Salı

1 Eylül 2008 Pazartesi

yazmak

alelade bir eylem olmayıp üstün nitelikler de gerektirmemektedir. konuşmaya çok benzer lakin kendi kendine düşünme süreçleri biraz daha uzundur. insan kelimeleri aklında başka sıralar da ağzından çıkınca başka anlam bulur gibi olur ya, yazmak eyleminde bu sürece müdahale mümkündür. söz, okun yaydan fırlaması ise; yazmak, geri alım mekanizmalı bir yaydır. ok istikametten şaşma gösterir gibiyse, geri alım mekanizması devreye sokulabilir ve koordinatlar üzerinde oynanabilir. üstün nitelikler gerektirmemesi konusu ise ayrı bir meseledir. zira, pek az insan kalem tutar ülkemizde. evinde okula giden birileri olmadığını bahane ederek "kalem-kağıt neredeydi acaba" diye yakınan insanlar tanıdım ben. oysa konuşmak gibi, daha ileri gidiyorum, düşünmek gibi bir olmazsa olmaz eylemdir insan ruhu için. olmazlığının koşulsuz sonucu; benin varlık dehlizlerindeki o esrarlı yolculuktan sonsuza dek ve mutlak şekilde mahrum kalmasıdır. aslında şaşılacak bir şey yok. okumanın da "ay hiç fırsatım olmuyor" bir eyleme dönüştüğü bir nesil, esrarlı yolculuklardan yoksul kalmak konusunda oldukça tecrübe sahibi olmalıdır.

Seriul Hisab

2005 yılının haziran ayında bir sabah namazı kıldırmaktadır sudeys. mescid-i haram'ı dolduran müslümanların dudakları mühürlü. sudeys'in, mikrofandan mescid'in dört bir yanına yayılan billur sesi ve mekke namazlarının vazgeçilmezi, anneleri namaza durmuş bebek ağlayışları duyulmaktadır sadece. sudeys okur, mekke susar... sudeys okur, namaza durmuş tüm müslümanlar, tepeden tırnağa iman olur. sudeys engelsiz akan bir billur ırmak gibi okurken, bir hıçkırık... mikrofondan mescid-i haram'ın dört yanına dağılan bir hıçkırık böler ayeti. susar sudeys. susar mekke. sudeys'in ağlayışını kontrol altına alma gayreti duyulur nefeslerinden... birkaç saniye daha bekler ve yeniden başlar ayete... aynı ayetin, aynı harfleri takılır yine sudeys'in yüreğine... bir hıçkırık daha... bölünür ayet aynı yerinden... mekke sükût. dört bir yanda ağlayan bebeklerin sesi... artık hakim olamadığı hıçkırıklarla sudeys'in sesi... ve bu çağlayana kendisini kaptırmış bir cemaat, ayetini tamamlayacak takati yüreğinde bulamayan imamla birlikte ağlar. mescid-i haram ağlar... mekke ağlar. üçüncü deneyişinde tamamlar ayeti, tamamlar rekatı ve tamamlar namazı sudeys. önce sağına, sonra soluna verdiği selamla döner dünyaya, bu namazın lezzetini ilel ebed özleyeceklerini bilen cemaat.

31 Ağustos 2008 Pazar

bin kelimeyi bir kelimede toplayanın hatipliğine selam duran satırlar

kaybolan bir şeyler var. geride kalan boşluklarından bile fark etmiyorum yokluklarını, o kadar kayıplar. sanki bir zamanlar varmışlar ancak öyle bir cılız hatıra ki bu... ne görsel, ne işitsel ne de diğer duyu organlarımsal bir kaydı yok zihnimde. sadece duyumsal bir iz... istersem uydurduğumu farz edebilirim, o kadar varla yok arası... tanımlanamayan uzay cismi gibi ya da... fark edilen ancak tariflenemeyen, anımsamaya benzer bir farkındalık anı eşliğinde mış gibilik bir film şeridi, bilmeyen şimşek sanır. bir tutam erdem içinde, ninelerin anlattığı masal tozlarından damlayan... bir tutam vefa, darda kalınca da gevşetilmeyen sadakat bağlarından sızan su... biraz saygı, kanaat, tahammül, görmediğine görmüş gibi inananların heybesindeki, ömrün gün ile sınırlı olmadığı bilgisi... azıcık sebat, azıcık aidiyet ve bir miktar itaat... kendini kendinden başkasıyla anlamlandırma gücü... biri bireyden değil birlikten damıtma... mesuliyet ve memnuniyet biraz da... "kendi için istemediğini başkası için istememek"en nihayetinde!

30 Ağustos 2008 Cumartesi

tamam olmak

insan neye sahip olursa olsun, eksik kalır. hep bir şey daha... hep sahip olunmayan o şey daha... bir ah bir de o olsa, başka da bir şey istemem daha... bitmez. insandaki eksiklik duygusu, sahip olunanlar şükürle mühürlenmedikçe bitmez. şükür hem kıymet bilmeyi, hem kanaati temsil eder. kanaatkâr bir memnuniyete muhattab olmak Latif Olan'ı mutlu eder ve O mutlu edeninden eksik etmez mutluluğu. Hamd... Sana!

27 Ağustos 2008 Çarşamba

azeem o shan shahenshah farma ravaa

adanmak... sınırlarını eritmek ve içinde ben'in kalmadığı bir dönüşüm yaşamak. ben neredeyim diye sormadan... olmanın tek yolunun onda olmak olduğunu bilerek... bu bilgiden incinmeyerek... dergâh önünde çıkardığı pabuçların yokluğunu nasıl hissetmezse derviş, öyle bir kıyama durmak; kıraatler katre katre... rüknûnu 4 elif miktarı uzatmak da, cezm nerede diye sormamak... şeddeli secdelerle almak alnın hakkını vakitten ve her bir kıyamı vakfe gibi yaşamak. kalpte nar-ı aşkı tavaf eyleyen mevleviler, etek uçları kül, avuç içleri köz. sineler pâre pâre, yâreler göz göz... uçbeyliklerden kopan atlılar hâra ferah taşımakta iseler de, ne çare. yazgıdan dökülürken yangınlı ferman, nalın çivisi çürümekte, atın ayağı aksamakta... ki, sipahi birliği; sisler içinde bir hayal şimdi ancak.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Israr

Çocukken, ısrar etmenin ikna etmek nev'inden olduğunu sanırdım. Sonra, talep edilmek bâb'ından arzu edilmeye, oradan da istenir ve sevilir olmaya çıktığı yanılgısına vardım. Faili olduğumda da, mefulû olduğumda da ısrarı, sevgi perdesinden damıttım; ısrara muhattab iseniz düşünülmekte, sevilmekte, önemsenmektesiniz. Şimdi ise kocaman bir PEH eklemek istiyorum bu cümlenin gerisine. Israr şimdilerde çokça ben'le ilgili bir mefhum gibi. Benlik, ego; bencillik, egoizm...

"Seni düşündüğüm, isteklerini önemsediğim, seni değerli gördüğüm için ısrar ediyor değilim. Bilakis, eğer öyle olsaydı; kendin için neyin iyi olacağının kararını sana bırakabilir, bana zor gelse dahi mahremiyetinin sınırları dışında saygıyla durabilirdim. Yegâne hedefim kontrolde kalmak, dediğimi yaptırmak, aklımdaki sen için biçtiğim kaftanı giymeni sağlamak. Dava uğruna emrivâkinin adını bile ikna olarak değiştirebilirim. Bakma nazlandığına, aslında çok sevindi, diyebilirim. İşin tuhafı, bana bile yalan gelmez bu cümleler. Egomun gediklerine doldurmak için sıraladığım bu yalanlara, herkesten önce kendim inanabilirim. Israrıma cevap bulamazsam eğer; kırgın, öfkeli, hatta suçlayıcı olabilirim. ben seni bu kadar düşünürken, senin benim sözlerimi önemsemediğinden dem vurabilirim. Masum bir Hayır, teşekkür ederim'den dolayı seni müebbete mâhkum edebilirim. Sen kimsin ki kendin için iyi olanı, iyi olmasın, tercih edilesi olanı belirleme hakkına sahip olasın. Bunları olsa olsa ben bilirim. Ne de olsa seni en çok seven, en düşünen, en çok önemseyen benim.

Sevgiler,

Sevenin ve her daim sevecek olanın."

19 Ağustos 2008 Salı

saanson ki mala pe

Planlanmamıştı lakin iki vakit namaz nasip oldu Mimar Sinan'ın çıraklık eseri kubbesi altında, hamd. Şehzade Mehmet Camii ve ben çokça vakit karşılaşmışızdır. Yolumuz kesişmiş, selamlaşmış, hal hatır sormakla yetinmişizdir. Alnımın hakkı olan secdeyi zemininden almak ise nasip olmamıştı bugüne kadar. Şehzadebaşı öyle bir semt ki; bir yanı Vefa, bir yanı Saraçhane, az ilerisi Fatih, öbür yanı Süleymaniye... Harcı padişah bir babanın merhum oğluna vefasından tutulmuş olan Şehzade Mehmet Camii'ni göğsünde taşıyan, adaşı büyük büyük fatih dedesinin gölgesinde rüzgarlı yaz günleri ağırlayan, sırtını baba 'Süleyman'iyenin omzuna yaslamış bir semt... Camiin avlusundan bir girildi mi, tekrar nefes almaya hacet bırakmayacak bir derin solukla çabucak geçilesi sokakların esamesi okunmuyor artık. İçerisi yeşil çimen, efil rüzgar, ulu çınar, bir ömürlük huzur... Ağustos'un can yakar sıcağı dahi dize geliyor Sinan'ın taş duvarları arasında. Bir hal iniyor insan kalbine ki, döne döne kul olmak kabilinden... Alın yazısının en derin nakışlı kelimesi parıldayıveriyor, kul. Soranlara nâm olarak söyleyesi geliyor insanın. 'Kimsin, nesin' diyenlere, "kulum" dese... Çıkmasa oradan, bir ömür eksilmese bu şevk. Öyle bilinse...

Bir vakitten diğer vakte geçerken, mekânı dolduran havanın sadece oksijen, karbondioksit ve azottan oluşmadığını, tümünün güven zemininde harmanlandığını düşündüm, göğsümde bir kocaman "bana burada bir şey olmaz." Aklıma ibadethanelere doldurulup zulüm görmüş insanlar geldi. Üzerlerine kilise kapıları kilitlenen hristiyanlar, tapınaklarda ateşe verilen hindular, havralarda taşa tutulan yahudiler, en kalabalık ibadetleri esnasında camileri bombalanan müslümanlar... Tümü geldi geçti aklımdan ancak kıpırdamadı göğsümdeki o kocaman "bana burada bir şey olmaz." Onu da yanıma alıp çıktım camiiden.

Avluda tek kollu cengaver misali şehzadeyi bekleyen çınarın altından geçerken; bir babaya, bir oğula, bir de mimara fatiha uçurmak hak oldu. İnsanların isimleri türlü sebeplerle ilişiveriyor birbirlerine... Hayırlı isimlere, hayrdan ibrişimlerle ilişmek ümidiyle...

derkenâr;
aldığım her nefesle sevdiğimin adını mırıldanırım,
saanson ki mala pe simrun main pee ka naa,
with every breath I take I chant the name of my beloved.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

beklerken

Durarak yapılan yegâne eylem durmanın kendisi olduğu halde, beklemeyi durmakla eş gören ve bunu kendinden müstakil bir gerekçeye dönüştürerek eylemsizliğe kılıf biçen bir neslin insanlarıyız. "Doğru zamanı bekliyorum" dillendirmesinin gölgesine kurulup seraptan vahalar seyreyleyen bir neslin birbirine ne de çok benzeyen insanları...

Çocuğunun alnına koyduğu buzlu bezleri yenileyen kadının kıpırdayan dudaklarındadır beklemek oysa...
Toprağın sinesine sardığı tohumu suya doyurma gayretindeki adamın ümitvar ellerindedir.
Allah'ın izni ve peygamberin kavlinin yanına annesiyle babasını katmış kanı delinin kütürdeyen kalbinde...
İlk kez yaptığı yemeği eşine tattıran çiçeği burnundanın gözlerindedir.
Çepeçevre kuşatılmış şehr-i stanbul'un vaktini gözleyen Fatih'in saçlarınındaki Mayıs rüzgarındadır.
Kartal Gözü'nde, Al-Işık üzerinde durmuş Söğüt'ü seyreyleyen Osman Beğ Gazi olası Osmancığın kalbinde yanan Malhun Hatun hayalindedir.

Beklemenin alt yazısı olsa olsa inşa etmek nev'inden okunur. Zira kuytusundan çıkmayanın, taş üstüne taş koymayanın menzile erdiği görülmemiştir.

beni bırakma

"beni bırakma"

yan yana iki kelime...
yana yana iki kelime...
rastgelelikten uzak bir izdüşümü ile bağlı aynı tırnak içinde...
muhattabının sözde emir kipinde, en nihayetinde yalvarma hükmünde olan bu cümleciğe neyle mukabele edeceği; zamana, mekana, aşka, cesarete, insafa, isyana, kararlılığa, sevdaya, umuda, bağlılığa, idraka, güvene, yurdu batısından saran alçak basıncın yağmur getirip getirmemesine, güne, düne ve yarına bağlı.

"sakın bir söz söyleme"

16 Ağustos 2008 Cumartesi

beraat

beraat (isim, hukuk, Arapça); Aklanma.

mathlab

- senin de depresyona girdiğin olur mu hiç?
- çok pis olur hem de... tüm girişlerini biliyorum.

15 Ağustos 2008 Cuma

hınç

kocasının duyarsızlıkları karşısında "kadın olmaktan çıktı artık" dediği bedeni sandalyede biraz daha kıpırdandı. sesi boğuk ama konuşmakta kararlı... elindeki parçalanmış mendilden güç alır gibi bir ona bir gözlerime bakarak dizdi cümleleri. "Ben evlendiğimde 85 yaşındaydı babam. Çok korkuyordu o ölür de ben arkada kalırım diye. İstemediğim halde, o üzülmesin diye ses etmedim. Sevmediğim bir adamla, mutlu olmayacağımı bile bile evlendim, sırf babam üzülmesin diye. Ben evlendikten sonra babam 8 sene daha yaşadı, tam 8 sene..."

uyum

bakmakta olduğu pencereden gözlerini ayırmadan, önemsiz bir gerçeği dile getirircesine isteksiz ve yarım bir nefesle "onca başkalıklarına rağmen uyum içinde yaşayıp giden insanlara bakıyorum." dedi "sanki bir gerçek var herkesi birbirine ait kılan; dünya biliyor ne olduğunu, ben bilmiyorum."

13 Ağustos 2008 Çarşamba

kimsenin görmediği köşelerde, Basîr'in kuşatan bilgisiyle...

"yiğit, yiğit; tek yiğit öfkesini yenendir." Osmancık - Tarık Buğra

Firavun imanı da denen, ölümün kapısından geçilen o son an gelen imanın kabul edilmeyeceği hükmü, gayb perdesinin kalkmasıyla açıklanır. Ölüm haliyle birlikte kişinin önünden gayb perdesi kalkar ve görmüş gibi iman etmesi istenen ancak hiç görmediği gerçekler ona görünür kılınır. RABBin ayetlerinde bildirdiği ve "umulur ki düşünür ve gerçeği anlarsınız." meydan okumasıyla mühürlediği gerçekler, gayb perdesinin aralanmasıyla aşikar olunca yapılan tasdik ile gelen artık gayba iman değil, gözün gördüğüne imandır. Oysa islam kuldan, gözün görmediğine, gözüyle görüyormuş gibi inanmayı ister. Öyle bir imandır ki bu, hiç görmediğinizi hep yanınızda bilerek yaşamayı gerektirir. İnce hesaplar peşine düşerek, az çalışarken çok kazanmayı gaye edinen bir nesil ayan aşikar kurarken oyunlarını, kapalı kapılar ardında hesabı Basîr ile görmeyi gerektirir.

karanlık gecede yürüyen kara karıncanın ayak izlerini gören ayak seslerini duyan ey!
görebilenlere selam olsun...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

boş meydanların ortasında gökyüzünü taşıyan sütun

30 yaşındaydı evlat edinildiğini öğrendiğinde.
Yas-Kayıp basamaklarını sırayla geçti; inkar etti önce. Bilmenin koluna girip gelen öfkeyle isyan geldi sonra. Çökkünlük ve kabul arasındaki köprüyü el ele geçtiği kocası kulağına umut fısıldadı, elini bırakmadı, usanmadı, bıkmadı ve hep dedi ki;

Aşkım benim. Ben senin babanım, ananım, kocanım, sevgilinim, arkadaşınım, dostunum ama sen benim her şeyimsin!

8 Ağustos 2008 Cuma

don't let me down

güneş gözümü alıyor, gözüm denizi... deniz, istanbul bugün; nezaket, yan yana iki gül çiçeği... klişe gonca güllerin her yerdeliğinden münezzeh, avuç doluran aklıklarıyla gül çiçekleri... yan yana ama birlikte değil henüz. buketi belinden kavrayan kurdelenin adı naseeb şimdi...


derkenâr; gözlerinin anlam arar ilgisiyle cpu%99.

7 Ağustos 2008 Perşembe

bağımsız soru cevap ilişkisi

Soruyu soruyla cevaplama(!) yöntemine kardeş geldi, soruyu kel alaka cevapla cevaplama. Aslında o sorunun muhattabı olmayan, konu komşudan duyulmuş, televizyondan edinilmiş, rafta kalmış, kullanılmamış, dinlenmemiş veya son kullanma tarihi oldukça yaklaşmış kimi cevapları elden çıkartma, caiz olan tabiri ile depoyu eritme yöntemi kısaca.

Bu kel alaka cevapların büyük büyük paşa dedesi iştedir. En az nöron yoranı olduğundan mıdır nedir, kapsama alanı en yaygın kel alaka cevaptır kendisi. Suya sabuna dokunmaz, meramını anlatmaz, hödö ya da şibinarilininilay kabilinden ses öbeklerinden daha fazla bir anlam yükü taşımaz. Laf ola beri gele ile laf etti bal kabağı'nın kulaklarını çınlatır sıkça. "Hem cevabımı alamadım hem de almış gibi muamele görüyorum, suratımdaki anlamaz ifade ebleh bir sıfat kazanıyor" öfkesini bırakır geride.
Ne demek işte?
- Bu manasız tutuma delil gösterebileceğim argümanlar elinin tersiyle yapacağın bir mantık sorgulamasıyla yere kapaklanacaklar, bu nedenle onları öne sürmüyorum,
- Kendileri zaten yoklar,
- Varlar mı, yoklar mı diye düşünecek kadar dahi özen göstermedim soruna,
- Omurilik civarından kontrol edilen refleksif tepkilerim bu tarz sorgulamaları kaldıramayacağından mavi alarmla devreye giren refleksif cevaplarım var; mesela; örneğin; bakınız; işte...

Konuşmak madem bir iletişim biçimi, madem temel iletişim biçimi, madem kendimizi anlatmakta kullandığımız temel araç, nasıl oluyorda kendi meramımızı anlamamışken henüz, anlatmaya geçiveriyoruz. Buna acelecilik diyecek olan safiyane zihniyeti alnından öperim. Öyle saf frontal loblara halel gelmesin, sevelim sevdirelim, çevremizi de koruyalım.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

o-nay-lıyorum

anlamak ve onaylamak arasındaki farktır not düşülen satırların istikameti.
anlarsak onaylamış oluruz diye birbirimizi, dinlemek dahi zûl sanki şimdilerde. "gerekçelerini haklı buluyorum" ile "bu deneyimleri senin için gerekçe kılan bakış açısını kavrayabiliyorum"arasındaki fark o kadar da anlaşılmaz değil oysa. bir fikri anlarsam onu desteklemiş olurum ve dinlersem belki de anlarım korkusu kolluyor kulaklarımızın örs-üzengi tenhalığını. tenha, zira kendi yankısı ile hemhal herkes, pencerede; "yemin törenine gittim, anlamamaya and içip gelicem" yazısı.
filhakika, "ötekini anlamakla başlar ötekileşmek, zinhar anlaşılmaya!" yazıyor, hamilini hiç de yakın kılmayan hamili kart yakinimdir kartlarımızın arkasında.

5 Ağustos 2008 Salı

Sayın Kendim

Bazı yazıları yazarken hoşlanmıyorum kendilerinden. Kimilerinin sonuna not düşüyorum hatta; galiba bu dönüp okumaktan hoşlanmayacağım bir yazı olacak. Şaşırtıcı mı bilmem, genelde öyle olmuyor. Aman da ne güzel dizdim kelimelerden incileri kabilinden yazıları sıradan bulduğum, sıradanlıklarına tahammül gösteremeyip canlarına kast eylediğim de vakidir. Zaman geçtikçe mi kıymetleniyor o beğenmem dediklerim, bilmiyorum. (Bu pek şaşırtıcı değil, pek çok şeyi bilmiyorum. Kısaltması var ise tedarik edip adımın önüne katsak bilmezi yeridir desem yeridir, demek ki tam yeri.) Her şey de şarap değil ki kuzum, üzerinden zaman geçtikçe kıymet bulsun. Öyle olsa imal eder rafa kaldırırız elden ne gelse. Oysa cümleten bağlı olduğumuz bir tüketme telaşı alıp gitmiş. (Ki, laiklik nedir bilmez bir din gibi kendisi. Ilımlı mılımlı değil hasılı, mahalle baskısı o biçim... Esmerim de biçim biçim, biçim demişken.) Sanki üzerinden bir namaz vakti geçse eskiyor sözler. O kadar. Bir yerde okumuştum galiba, fast food yiyecek satan firmalar, ürünlerinin tümünü buzlukta yarı pişmiş vaziyette muhafaza ettiğinden ve pişirme eyleminin kalan yarısı, buzluktan çıkartılan ürünün kendi halinde çözülmesine vakit olmaksızın, siparişin hemen ardından hayata geçirildiğinden, bu yiyecekler 12 dakika içinde tüketilmek zorunda imiş. 12 dakika geçtiği taktirde, son kullanma tarihi geçmiş ürün misali bozulma eğilimi göstermekte imiş. Ben kelimelerin yalancısıyım. Hayatımıza hangisi daha önce girdi bilmiyorum (bak yine, hem de ne ustalıkla, o kıvrak salınışla bilmiyorum) lakin, fast food gıdalar, ayaküstü sohbetler, atıştırmalar, yatıştırmalar, kestirmeler, kısaltmalar ard arda geldi sanki. Hayat kendi kuyruğunu takip eden bir geçiştirme ritüeli gibi. Geçiştirip de yetiştireceğimiz yer ise, kestirmeli, kastırmalı bir diğer seramoni. İnsan sormadan edemiyor, "hiç düşünmez misiniz, sayın kendim?"

4 Ağustos 2008 Pazartesi

disconnected

yetmez kimi insana
ne yer, ne gök.
bir ince sızıdır elinden tutamadığınız,
kaçırırsınız!




a breaking heart in an empty apartment was the loudest sound I never heard ve kırılırken çok acayip bir ses çıkıyor kalpten.

1 Ağustos 2008 Cuma

güneş bulut

o uyurken odasına girip avucuna bıraktığınız öpücükler değişmez ama yatağın içinde önceleri minicik duran bedeni gittikçe değişir, büyür. kendi mimiklerinizi görürsünüz yüzünde. sizin gibi oturur, sizin gibi söze döküp sever. nesnelere komik isimler takma özelliğini sizden alır. kitaplığınızın önünde uzun saatler geçirir. dışarı çıktığınızda mutlaka bir kitapçıya girmek ister ve bir daha da çıkmaz istemez. "ne olacaksın büyüyünce" sorusuna verdiği "o değil bu olacağım, hayır şu olacağım, belki de bu olurum"lu cevaplarda, bir dönem mutlaka sizin mesleğinizin adı geçer. önceleri masal okuyun ister, siz nazlanırsınız; sonra ise siz masal okumak istersiniz, o "uykum var." der. birlikte yemek yerken, televizyon seyrederken ya da birşeyler okurken bir an ona döner ve sıcacık bir dua söylersiniz içinizden, bilir. kapısını aralayıp uyuyan yüzünü seyrederken söylediğiniz "canım"ları da duyar. çünkü; siz de duyardınız.

anne, baba, teyze, hala, dayı, amca, büyükanne ya da büyükbaba olabilirsiniz... fark etmez.
bir çocuğun büyüyüşüne şahit olmak, ağır çekim bir mucizeyi izlemektir.

30 Temmuz 2008 Çarşamba

günün sözü sözün özü

"Üç kere başarısız oldum" ve "Ben başarısızım" demek arasındaki farka dikkat etmelisiniz. S.I.Hayakawa

29 Temmuz 2008 Salı

dor

hamım.
umulur ki pişerim
ve umulur ki yanarım...

Es-Sıddık

"Ben O'nun göklerden getirdiğine inanıyorum, göklere çıktığına mı inanmayacağım!"

Bekr'in Babası

wada raha

ve üzerimdeki hakkıdır alnımın secdeye değmek...

14 Temmuz 2008 Pazartesi

elimize değen ölür

henüz ayırdında değildik görmek ile bilmenin... bize de anlatılıyordu "birgün anlarsın"lı masallar ama biz, o gün geldi ve biz anladık sanıyorduk. habersizce dünyanın ne de çok kirlenebileceğinden daha, olup bitenden kendimizi sorumlu tutuyorduk. nazım hikmet'in 'japon balıkçısı' alıyordu sızısını yaralarımızın... mazoşist bir lezzetti bizi mısralara bağlayan. bir özgürlük marşı söyler gibi tekrarlıyorduk bir ağız; balık tuttuk yiyen ölür, elimize değen ölür, çürük yumurtadan çürük, benden yapacağın çocuk, bu gemi bir kara tabut, badem gözlüm beni unut, boynuma sarılma gülüm, benden sana geçer ölüm, balık tuttuk yiyen ölür, birden değil ağır ağır, etleri çürür, dağılır... aynı mısrasında şiirin, parlıyordu gözlerimiz; elimize değen ölür. çocuklar doğdu, yumurtalar sağlam çıktı... ölümcül olmayan sebeplerden dağıldı elimize değenler... insanlar bizi kendi kirlilikleriyle akladı. aklımızdaki beyaz, bir uzak hayale çaldıkça; karalar kaplamış dünyanın alnında parıl parıl parlayan iki açık gri noktaya dönüştük. iki noktayı birleştirince ortaya çıkan doğru sıratımız oldu, sırt sırta yürüdüğümüz...

kelimelerden neşter vurmak yaraya

belki akar da, diner bu zonklama diye...
ince ince, tenha tenha saplamak çeliği ete...
kana karışıp aktıkça irin azalan hacmi gibi yaranın,
içine içine sallamak kelimeleri, şu derin uçurum dolsun diye...
sonra susmak,
kanamalı bir hasta için
AZ grubu rh fonetik kelime aranmaktadır
dikkat dikkat!
kanamalı bir hasta için............................................................

iyi değilim

sık bir araya gelmeyen ikili... genelde iyi, yim'le takılır, olmadı dir'le... muhattabı olmaz değilim'in... yeri gelmişken dahi, çalınınca varlığın kapısı bir nasılsın'la, değilim'i bir dolaba saklar iyi; koluna takar yim'i, önüne katar dir'i, çıkar meydanlara... değilim, kilitli kapılar ardında, bir kamaranın yuvarlak penceresinden deniz seyreden kürek mahkumu gözleriyle cevap verir, "değilim... hem de hiç iyi değilim..."

13 Temmuz 2008 Pazar

kahır

göz çevresine oturmuş usul bir hüzün bulutu... omurilik sistemi unutmuş gibi, nasıl havada tutmakta idi bu başı. lüzumluların lüzumsuzlara, doğruların yanlışlara, hakların haksızlıklara dolandığı bir düğüm, gözleri âmâ... keşke ile iyi ki'nin kapı komşusu bir bilmiyorum, perdeleri sımsıkı kapalı. vuruşu göğüs boşluğunda bir şimşek öncesi ürpertisine susan kalp, kendi gücünden muzdarip tıkırdamakta. şenlikler ardından boşalmış bir meydan yalnızlığı en çok... birazdan 'keşke'nin kapısını çalıp bir fincan kahvesi var mı ya da bir manisi yoksa bu akşam beni ağırlar mı meyli... gittim de gelmedim gibi... niyetim vardı da bir türlü yola koyulamadım gibi... ya fazla telaşlı ya da suskun yeterince korkutmaya bir şehri... ne zaman bir gitme koparılsa sineden, bir usul peki kıpırdanır ama koridorlar gidenin gittikçe, giden gitmeye devam ettikçe zayıflayan adım sesiyle yankılanakalır. son.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Derinlemesine Kelimeler

inkar, şu sıralar zihnimde at koşturan bir örnek anlamı içeri doğru genişleyen kelimelere... en düz bakışla red manası taşır ancak bu kadar sığ değildir açılımı. var olmayanı ya da gerçekliği olmayanı inkar etmekten söz edilemez. dolayısıyla inkar'dan söz edebilmek için önce bir gerçeklik/varlık ve sonra bunun reddi söz konusu olmalıdır. bu bakışla inkar; kabul etmeyi reddetmektir. tam da yokluk ilanı olmak gayretinin tutuştuğu yerde, bir varlık itirafına denk gelmektedir. nasıl ki tercih etmek iradeyi, karar vermek muhakemeyi taşıyorsa bünyesinde, her inkar eylemine bir kabul gölgesi düşer red vurgusunun arefesinde...

7 Temmuz 2008 Pazartesi

what I give to you is just what I'm going through

damien rice... ya pek duyan yok adını ya da duyanlar divanesi olmuş çoktan... böyle dengesiz, böyle istikrarsız bir adam... (al sana tdk, al sana, al sana...) sözüm meclisten dışarı diyeceğim, damien "meclis derken?" diyecek... meğer o da kognitif bir kişilikmiş, heder edermiş... (bilinçaltım döne döne veriyor bana boyumun ölçüsünü. ahım yerde kaldı, deyû figân etmesin bana garezi olanlar. ben kendimi haklıyorum her 'fırsat bu fırsat' zamanında.)

volcano, diyordum...

what i'm to you is not real
dış görü süper. demek aşk yok zira aşk görüş mesafesinin düşmanı
what i'm to you you do not need...
what i'm to you is not what you mean to me...
you give me miles and miles of mountains and I'll ask for the sea...
iç görü



Don't hold yourself like that
cause You'll hurt your knees
well I kissed your mouth, and back
But that's all I need
Don't build your world around
Volcanoes melt you down

And What I am to you is not real
What I am to you, you do not need
What I am to you is not what you mean to me
You give me miles and miles of mountains
And I'll ask for the sea

Don't throw yourself like that
In front of me
I kissed your mouth, your back
Is that all you need?
Don't drag my love around
Volcanoes melt me down

What I am to you is not real
What I am to you, you do not need
What I am to you is not what you mean to me
You give me miles and miles of mountains
And I'll ask
What I give to you is just what I'm going through
This is nothing new, no, no just another phase of finding
what I really need is what makes me bleed
But like a new disease, Lord, she's still too young to treat
Volcanoes melt you down

damien


kediyi merak öldürür, dokuz canın kaçıncısı ölümcül?

değişimi dengesizlik olarak algılama eğilimi kurcalıyor kafamı...
aynı kalmaya istikrar denilince, değişim de dengesizlik oluyor tabi. oysa istikrar ve değişim birbirini imkansız kılan iki kelime gibi gelmiyor bana. koordinatlar tutturulduğu taktirde, diğerinin varlığını tehdit etmeden ve tehdit görmeden seyrüsefer eyleyebilirlermiş gibi... zira istiktar mefhumu; aynı davranışın tekrarına değil, tutarlı davranışların ardışık salınımına işaret eden, niteliksel bir vurguya sahip. denge ise; içeriğe pek gönderme yapmayan, niceliksel yükü ağır basan bir kelime. aksi halde, bir kefesinde 1 kg domates, diğer kefesinde 1 kg demir olan terazinin yere paralel duruşuna denge demezdik.

derkenar: bu kadar yazdım, ettim, kendimin yalancısı çıktım. tdk dengeye istikrarı, istikrara da dengeyi yan anlam olarak vermiş. acırım acırım, onca nöronumun iletiler sırasında harcadıkları elektiriğe acırım... kaç kalori olduğunu bilsem o kadar da acımazdım belki!
khamoshiyan gungunane lagi.

6 Temmuz 2008 Pazar

önüm arkam sağım solum sobe

önümde uzanmış bu yolda yürümek istiyorum biraz...
bir başlangıç yapmaya çalışmadan ve ardında kalanları noktalama telaşından uzak...
kelimelerin etrafında dolaşan mânâ kovalamacasından berî...
merhaba... aslında ben... vaad ediyorum ki... görürsün bak bi'gün...

hangi gün?
bugün değilse söyleme
günü gelince gelir o
o gelince ben anlarım,
ki vakittir.
söz vermiyorum,
sen de verme.