26 Nisan 2009 Pazar

başa kakmalık iyilikler koleksiyonu

rica ediyorum, ortak bir karar alalım ve iyilik, fedakarlık gibi kavramları çıkartalım hayatımızdan. çoktan öldürdüğümüz ama bir çeşit gurur vesilesi kılmak için, içlerini doldurmak suretiyle duvarlarımıza astığımız geyik kafalarına dönüştüler nasılsa, gömelim gitsin.

ne zamandır, bir gün karşılığını bekleyerek iyilik, fedakarlık yapma eğilimdeyiz bilmiyorum ama uzun zamandır olsa gerek. "mefhumların içinin boşalması ve cüretin yol haritası" adlı kutsal kitabın "iyilikler ve fedakarlıklar" bölümüne baktığımızda, bu mefhumların içlerinin boşalmaya başladığı ilk dönemlerde, insanların karşılık beklediklerini birbirlerinden sakladıkları, ancak saklı saklı bekledikleri karşılıkları elde edemediklerinde, çemkirme ihtiyaçlarını ise olmadık bir başka yerden cıngar çıkartmak suretiyle karşıladıkları tespitini görüyoruz. şimdilerde pek de kimsenin iyiliklerinin karşılıklıksız kalmasından duyduğu hayal kırıklığını saklama eğiliminde olmadığını düşünürsek, epey bir olmuş biz bu geyikleri vuralı.

bir de öyle sinsi ki insanoğlu, sözde iyilik ve fedakarlık anında, bu tam bir iyilik ve fedakarlıkmış gibi algılanmasına sebep olacak şekilde davranmaya devam ediyor. bütün sevecenliği, karşılık beklemezliği, muhattabını umursar tavırlarıyla aldatıcı bir tablo ortaya kokuyor. aldatıcı çünkü, karşısındaki insanın bundan 10 gün, olmadı 5 ay, belki de 2 sene sonra, beklediği bir şeyi gerçekleştirmediği ya da gerçekleştiremediği bir durumda ("postmodern toplum ve geyik boynuzundaki kavramlar" adlı bir diğer kutsal kitabın bildirdiğine göre, -ebilememek ve -memek arasında arasında bir fark yok geyik avcısı yeni nesil insanın gözünde. yapamadıysan da yapmamışsın demektir.) hemen döküveriyor eteğindeki taşları; ama ben onun için neler neler neler yapmıştım. kimse yoktu yanında, bir Allah kulu yüzüne bakmıyordu, ben onu adam yerine koydum.

ne yaptın abla ya, n'aptın! sen onu 'adam yerine koyarken'; "bak cicim, şimdi bana ihtiyacın var ve ben de yanındaymış gibi davranıp bu ihtiyacını karşılıyorum ama yarın öbür gün bir canımı sık, burnundan getiririm, adam olarak yaratılmışlığına pişman olursun. beklentilerimin sınırlarından bir çık -ki onları dile getirmiş olmam da gerekmiyor, zihnimden geçirdiğim ve nöronlarım arasındaki o ilk elektriksel iletinin yaşandığı an senin için de geri sayım başlar- bak bir çık, ne varsa senin için yaptığım o gün döküyorum ortaya. bizde böyle, işine gelirse kabul et ve iyilik takma adlı çok başlıklı torpidomu ateşleyeyim, istemiyorsa bırakayım seni kendi sefil ihtiyaçlarında boğul." dedin mi garibe... demedin. bir şefkat, bir merhamet timsali gibi dikildin yanında ve bir tefeci gibi kaç katını alabileceğini kaydettin zihnindeki "iyilik ve fedakarlık faizi" adlı gizli bölmeye. en baştan şu anlaşmayı yapsan içim yanmaz zira, bir insan bir tefeciye gittiğinde, bir tefeciye gittiğini biliyordur ve karşısında oturan adamın muhtemelen ilk fırsatta kanını iliğini emecek (not in a good way ;) ) bir organizma olduğundan haberdardır. ama sen pamuk prensesin üvey annesi gibi bütün cadı tırnaklarını balo elbiselerinin altına sakladın ve sözde iyiliklerinin muhattabını savunmasız bıraktın. şimdi kahrol ah ben ne iyi insandım da kıymetimi bilen yok meyhanesinde. sıradaki şarkı da benden sana gelsin.

bunun bir başka versiyonu da 'yemedim yedirdim, içmedim içirdim, saçımı süpürge ettim'dir. e gözümün bebeği anne, hepsini yedirmeyip biraz da sen yeseydin, e biraz da bölüşüp içseydiniz de çocuğun olur olmaz semirmek yerine sağlıklı bir anne-evlat ilişkisine sahip olsaydı ya... sanki bir tek sen yedirdin, içirdin çocuğunu da bugün başına kakıyorsun. hem süpürge dediğin 1-2 lira bir şey. saçlarına kıymayaydın da sonra uzakdoğunun okyanus özlerini içeren bal serpintili badem esintili şampuanlarına bir servet yatırmayaydın ya... bak tefeci olacağım diye kendi ekonomini ziyan ettin, yazık.

efenim diyeceğim o ki, bir gün, hangi şartlar altında olursa olsun, içinize oturacağını düşünüyorsanız o iyiliklerin, yapmayın gözünüzü seveyim. eğer bir kâr hanesi varsa karşılarında, bir beklenti doğuruyorsa içinizde göze aldığınız fedakarlıklar, rica ederim, yapmayın. bırakın insanlar sizi o an duyarsız ya da umursamaz bulsunlar, bu yarın öbür gün bir şahinin pençesinde, hem de şahinler halkının sıradan bir üyesinin değil, tefeciler sınıfından bir şahinin pençesinde, çekecekleri acıdan çok daha rahat atlatılabilir. siz de içinizdeki tefeciyle tanışmamış olursunuz. iki kere rafine...

25 Nisan 2009 Cumartesi

dehlizlerimde kaybolduğum gün çantamdan çıkacak hayat kurtarıcı not

aslında hayat ziyadesiyle basit. formüller kısa. cevaplar 'evet/hayır' tenhalığında. içinde kaybolduğumuz dolambaçlar insan icadı. netliğini taşıyamayacağımızı sandığımız gerçekleri görmeyelim ve biz onları görmezden gelirken onlar değişsinler diye umut etmek suretiyle inşa ediyoruz bu karmaşayı. en nihayetinde elimizde belirsizlik kalıyor. kukuman kuşu kabilinde geçen vakitler ve manasız derinlikler üzerine yapılan manasız analizler sonucunda bir bakıyoruz ki, en başından beri görmek istediğimiz o kısacık kelime karşımızda; evet ya da hayır.

katıldığım bir grup çalışması, arada bir durup nasıl hissettiğimi kendime sorma yetisi bıraktı bana. kendimle birlikte yaşıyorum ve birlikteliğimiz 24 saatlik zaman diliminin, uyku esnasındaki bilinç dışı dönem hariç, tamamını kapsıyor, ancak ben dönüp nasıl hissediyorum diye sormuyorum. başkalarının sorduğu 'nasılsın'lara verdiğim cevap aracılığıyla da nasıl olduğuma dair fikir sahibi olma imkanım yok çünkü bu durumlarda kullandığım kapsül cevaplarım var; iyiyim vb...

"nasılsın?" sorusunu, nasıl olduğumu düşünüp cevapladım mı hiç, hatırlamıyorum. belki de karşımdakinin bu soruyu gerçekten nasıl olduğumu öğrenmek istediği için değil bir 'kapsül selamlama sorusu' olarak sorduğu kanaatimden doğuyor bu ıska. zira, "pek iyi hissetmiyorum"un "ben de geçenlerde iyi hissetmiyordum, x yaptım, z yaptım, bir de y yaptım"larla başlayan 13 dakikalık bir monologa kapı açtığını bilirim. insanlar sorularını cevapları duymak için değil de kendi monologlarına bir giriş cümlesi olarak inşa ediyor gibiler. böylece sadece anlatmak isteyen ve karşısındakinin bu hikayeyi dinlemek isteyip istememesiyle ilgilenmeyen biri gibi, yani tam olduğu gibi görünmeden, zarif bir geçiş yapıyor içinde dışarı dökülmek için hazır bekleyen denize. ben nasıl olursam olayım o kendisinin geçenlerde nasıl olduğunu anlatacaksa, görmezden gelindiği için incinmesi kuvvetle muhtemel nasıllığımın yüzüne bir iyiyim örtüp, annelerin çocuklarını kolalı tülbentlerin altında uyuttuğu gibi uyutuyorum içimin hikayesini.

uyutmakta sıkıntı yok ama uyandırmak da iyi bir fikir kimi zaman. karşımdakine vermek zorunda değilim nasılımı, muhtemelen pek çok insanı bir 'iyiyim'le tatmin edebilirim ancak bunu bir fırsat olarak kullanıp zihnimde bir 'nasılım' yankılanmasına izin vermek tanıştırıcı etkiye sahip olabilir. içimde akıp gitmekte olan hayat ile aramda bir köprü imkanı...

bir de, gerçekten nasılsın diyenleri ıskalamamak dileğiyle...

24 Nisan 2009 Cuma

kendime

.biliyorum, elimi uzatsam yetişebileceğim yerlere koydu istediklerimi Yaratan...
.biliyorum, bir hamlelik mesafede tatmin.
.biliyorum, neyi istediğim, ne kadar istediğim önemli değil, istediklerimle ilgili neler yaptığımda bütün mesele.
.biliyorum, uzak sandığım ne varsa hayatta, niyetin amele vuran yüzünde saklı.
.biliyorum, kaybolmak diye bir şey yok aslında.
.biliyorum, elim tokmağın üzerinde bekledikçe, bir gün imana gelip açılmayacak kapı.
.biliyorum, akıl almaz sandıklarımın akıl almaz yazılı sandıklarda saklanışı akıl almazlıklarından değil, aklımın almazlığından.
.biliyorum, yol yakın hala...
.biliyorum, geç diye bir şey yok bir kez yola çıktıktan sonra.
.biliyorum, ne ilk adım ile son adım, ne de ilki sona taşıyan adımlar arasında bir adımlık fark var.
.biliyorum, gecenin derininde, saray kapıları kilitlendiğinde kapılarını kapatmayanın kapısında kalmak yok.
.biliyorum, bir istemeye görsün insan...

you pierced my soul


bugün öğrendim ki;

- bir evlilik teklifi yapmanın en güzel yolu "I offer myself to you" minvalinden bir cümleymiş.
- bir evlilik teklifini kabul etmenin en güzel yolu "teşekkür ederim" demekmiş.
- yıllar önce kırılmış bir kalp bugün, eskisinden de fazla o'na ait olabilirmiş.
- bir adam bir kadına öyle bakarsa, ruhunu görebilirmiş.
- bir kadın bir adama öyle koşarsa, yetişebilirmiş.

ve öğrendim ki;
When the attachment to his beloved one is indeed profound, a man cannot recover from such a passion... with such a woman. He ought not. He does not.





Miss Elliot,

I can bear this no longer. You pierced my soul. I'm half agony, half hope. Unjust I may have been, weak and resentful I have been, but never inconstant. I offer myself to you again with a heart even more your own than when you almost broke it eight years ago. I have loved none but you. You alone, who brought me to Bath, for you alone, I think and plan. Have you not seen this?

I can hardly write. I must go, uncertain of my fate. A word, a look, would be enough. Only tell me that I am... Tell me not that I am too late, that such precious feelings are gone forever.

Frederick Wentworth

Captain,

I am... I am in receipt of your proposal and am minded to accept it. T-thank you.

Anne Elliot


21 Nisan 2009 Salı

MSJ

P.S. I Love You, bir Jeffrey Dean Morgan'ın yaratıldığından haberdar etti beni, bir de bir gün İrlanda'yı görme isteği bıraktı içime. Vicky Cristina Barcelona ise bir yaz İspanya'da yaşasa insan, küçük sokaklarında yürüse, hafif rüzgarlı akşamlarda minik masalı kafelerinde otursa hayalleri kurdurttu. A Good Year, Fransa'nın asma bahçelerinde, Paris'e ve taş binaların bohemine dokunmayan bir romans düşletti. The Holiday'den bana kalan, tüm zamanların en 'güvenli yer' imajı oldu ve Iris'in Londra'ya birkaç kilometre uzaklıktaki evine gitsem battaniyeleri hangi dolapta bulabileceğimi biliyorum. Australia, ata binmek neden asaletle özdeşleşmiştir, bir fikir verdi ve Hugh Jackman'ı doğuran anaya düğme ilikletti. 10000 BC, Steven Strait'in de yaratılmış olduğunu bildirdi ve insanın kendinden büyük bir şey uğruna yaşaması nasıl ola ki acep, dedirtti.

liste uzar gider lakin diyeceğim o ki; filmler geçip gitmiyor aslında. biriktiğinde, en nihayetinde biz eden o sürece bir tuğla... geçtiğimiz, gördüğümüz, yaşadığımız ve hatta geçmediğimiz, görmediğimiz ve yaşamadığımız her şey...

20 Nisan 2009 Pazartesi

adrian - spencer

bazen bir yalana ihtiyacı oluyor insanın, kesiğe doldurulan barut gibi...

Cem Adrian + Pamela Spencer - Anladım

'mine'


but still... you're giving me up

bugün, okuyorken yine bir şeyleri... bir giden, geri geldi... anlattı, anlattı, anlattı nedenlerini... kalan; dinledi, dinledi, dinledi... sonra fısıldadı ki, you left me.

gerekçelerin hükmünü yitirdiği bir yer var insan kalbinde. Freud olsan 'arkaik' dersin, için yanmaz; tam orası işte. cümle izahatın, eşiğinde kum tanesine dönüşeceği o kapının ardı yönetiyor insanı sanki. fazlaca gürültü yaptığından ve memnun olmadığında memnun olmadığını, açık açık bağırdığından olsa gerek, demir duvarlarla çevrili. belki de kalp atışı diye bildiğimiz demir duvarlara inen yumrukların sesi.

kendilerinden büyük bir şey için yaşayan insanların hayatlarını düşündüm bugün. kendini feda etmek kolay bir noktada, kendinden öte tuttuklarını da feda edebilen insanları düşündüm. aidiyet duygusunu... sorumluluk algısını... dünyayı o pencereden görmeye çalıştıysam da bir an, kendim takıldım gözlerime, ötesine geçemedim. ben kelimesinin sözlüklerde kapladığı alan ne zaman bu kadar genişlemeye başladı acaba? adet olduğu üzere sanayi devrimine bağlasam, yazıma yeteri kadar akademik doku katmış sayılır mıyım? 100 yıl sonra da insanlar bugünden bahsederken, muhtemelen insanlığın başından beri her devirde, farklı biçimlerde var olan mefhumları bugünde gerçekleşen bir sürece bağlı açıklarken "hep teknolocik devrimden sonra böyle oldu cicim" mi diyecekler? aslında her devirde var yitirildi sanılanlar da, bir kendini kandırma biçimi mi 'ah o eski zamanlar'? aslında herkes kabı kadar mı alıyor hayattan? herkesin elbisesi, kumaşının mahiyetine göre mi? zaman da bir yakınma biçimi olarak alınırsa elimizden, nereye atacağız tembelliğe meyyal ruhlarımızın sorumluluğunu?

17 Nisan 2009 Cuma

küçük omuzlu kadın

bir kadın oturdu bugün karşımda. omuzlarında dünyayı taşıyordu ve omuzları küçük diye mahçuptu. dünyayı gördüm, omuzlarında... hakkıyla taşıyamadığı için kendine kızıyordu. kıpırdamayı reddetti. dünyayı yerine iade etmeyi reddetti bunu "imkansız" bularak. âlemi kendi ekseni etrafında döndüren milmişcesine sabit ve kendisi olmaktan başka her şey olmayı bilerek yaşadığı yaşamına doğru yürürken attığı küçük adımları gördüm omuzları küçük kadının. dünyaya baktım, eni konu dengede... o da kendi halinde.

omuzları küçüktü kadının...
dünyayı kim olsa omzunda taşır.
kardeşlik bu, benzemez başka şeye.
hem bana yükü yok ki...
herkesin de bir düzeni var, boz denmez...
o çocuklar annesiz, yabancıya bırakılmaz, vicdan el vermez.
burada yaşamak istemiyor yeğenim, taşınacakmışız.
yürüyemiyor kardeşim, birbirimize yaslanarak yaşayacakmışız.
git dedi bana, kur yaşamını, ama... kardeşlik bu başka bir şeye benzemez...
herkese de boz düzenini denmez...

omuzları küçük kadın.

3 Nisan 2009 Cuma

ssshhhhh...

uzun uzun susmanın kelimelerden bir karşılığı olsa...
göğsümdeki ödünç kederi iade etmenin...
ben değilim kanayan, kağıt üzerindeki bir kaç kelime;
inanmanın bir yolu olsa...
kanadım, pıhtılaştım, iyileştim ben...
bu başkasının kederi...