The heaviest of burdens crushes us, we sink beneath it, it pins us to the ground. But in love poetry of every age, the woman longs to be weighed down by the man's body. The heaviest of burdens is therefore simultaneously an image of life's most intense fulfillment. The heavier the burden, the closer our lives come to the earth, the more real and truthful they become. Conversely, the absolute absence of burden causes man to be lighter than air, to soar into heights, take leave of the earth and his earthly being, and become only half real, his movements as free as they are insignificant. What then shall we choose? Weight or lightness?
I am writing this letter to you as you leave for prison. And I've hidden it in the one place you would turn to in a moment of great desperation. I know you go away with the weight of what happened on your shoulders. And I know the only person who can ever take it off is you. Sorry to be so dramatic, but these are dramatic times, are they not?
Please don't give up, Des. Because all we really need to survive is one person who truly loves us. And you have her. I will wait for you. Always.
aslında sadece alıntı ama kederli ve gerçek bir yüzü var bu cümlelerin. üzerinde düşünmek üzere kendime not;
...
For a moment I wondered if we had all become cartoons of ourselves, completely figured out by everyone else.
Was that what adulthood was? Being a sad reminder of what we were before?
Did we really spend our teenage years desperately wanting to figure out who we were? Making a statement of who we were definitely not (if the former endeavor proved too complicated)? Trying to be what we were not, proving that we could be cool and collected and comfortable in our skin?
All just for adulthood to be a pilgrimage back to find who we were in the first place?
Was it there where we were heading?
Was adulthood just desperately holding on to our former selves, trying to say: ‘See? It is still me: I’m not my job, my husband/wife, my kids, my politics, my beliefs, the toothpaste brand I buy over and over at the supermarket’?
Bazen bizim yerimize yazıyor yazanlar... Diyecek söz kalmıyor.
Diyecek söz bitmez ya, yürek yetmiyor.
O’na de ki;
Giderken beni de beraberinde götürdü. Ondan geriye kalanları da ben kaldırdım.
Mektupları kutuların içine bıraktım. Resimler diğerlerine ait resimlerin hemen yanında duruyor. Şiir pek yazmamıştı zaten... Ama nafile, Ondan henüz kurtulamadım. Yazdıkları yalnızca bir kağıt parçasının üzerinde olsa da, okuduğumda sesi kulaklarımda yankılanıyor. Resimlerine ne zaman baksam göz kapakları kımıldıyor.Evde dolaşırken ayaklarıma anılar dolanıyor. Gülümsemesi duvarlara asılı resimlerin üzerine takılmış kalmış. Ne kadar uğraşsam çıkmıyor.Mavi koltukta hala sıcaklığı duruyor ve kimi zaman bir alelade tişört henüz onun kokusunu atamamışken elime geliveriyor. İşte o an deliriyorum. Panik içinde kendimi dipsiz bir kuyunun içinde çırpınırken buluyorum. Duvarlar üzerime geliyor, Mavi koltuk beni içine çekiyor ve alelade bir tişört boğazıma düğüm üstüne düğüm atıyor.
Dışarısı, içeriden farksız... Yalnız da değilim üstelik. Koca bir yaz, bana eşlik etti. Ben ne kadar ağladıysam,o kadar da yağmur yağdı. Güneş saygı ile bulutların arkasında kaldı.
Şimdi, yani o yokken hayat gözüme batıyor. Ne güneşli günler, ne ihtiraslı insanlar, ne de ulvi amaçlar umurumda. Bir ben varım. Milyarlarca insan bir yana, ben hemen şuraya yalnızlar bulvarının köşe başına... Nükleer bir savaşın ardından yapayalnız kalmış gibiyim dünyada Üstelik de onsuz... Yani eskisinden daha güçsüz... Yani daha kırılgan, yani daha anlamsız…
Koca bir çukur, dolmayı bekliyor. Anlar ve anılar o çukurun mezar taşları gibi başımda dikiliyor.
biz
O’na de ki;
Biz onunla bembeyaz yağan bir kar altında gece yarısı yürüyüşlerinde üşümeyen ayak izleriydik. Yeşilliklere bakan bir pencerenin gerisiydik. Bir fenerin beklediği kumsalda güneşe yüzünü veren çakıl taşlarıydık. Bir otel odasında umulmadık bir anda karşılaşmış sürgünde yorgunluktan uyuyakalan iki bedendik. Aynı marka iki araba gibiydik. Kara kaplı beyaz sayfalı bir defterde kâğıt ile kalemin arasına giren bir yalnızlık şiiriydik. Altın sarısı, maviliklerdik. Kahverengi derinliklerdik... O zamanlar adı artık pek de lazım olmayan, anılması yasaklanan bir esintiydik... O bir gözyaşıydı, başladı mı bir daha durdurulamayan. Ben bir umuttum, nereye gittiği bilinmeyen buharlı bir tirenin son vagonuna tutunan.
Biz Onunla diğerlerinden farklı gibiydik.
Şimdi o yokken benim önümde kaçak, yaşanmamış bir yaz duruyor. Ve yazın en uzun günü, benim gözüme uyku kaçıyor. Sonra resmi törenler başlıyor. Düş kaçkınları, yağmur suçluları, güneş vurgunları, dost acıları ve bir insanın en anlatılamayacak, en utandığı, canını en çok acıttığı duyguları... Yani hayat, önümden geçerken saygıda kusur etmiyor. Biz olmasak da, şimdilik“zaman” benimle idare ediyor...
gece
O’na de ki;
Geceleri uyumuyorum artık. Ağustos böcekleri refakatinde dalıyorum sessizliklere. Anlayacağı en yakın dostum sabahlara uzanan bir zırıltı ya da kulaklarımda hala çınlayan “seni seviyorum” yüklü fısıltısı...Onlar anlatıyor ben hep dinliyorum. Sustuklarında onu dinliyorum. Yeryüzünü o’nu düşündüğüm anlar aydınlatıyor ve üzerimde çoğu zaman hüzünlü bir ay parlıyor.Benim kadar içi kararmasa da, Ay da “yalnız” benim kadar.Büyük şehirlerin yalnızlarına ay refakat ediyor.Şehrin bütün ışıkları onlar yüzünden hiçbir zaman sönmüyor.Ayın şavkı okşuyor uykusuz yalnız insanların şehrinde hasret çeken yürekleri. O anlarda büyük şehirlerin gece bekçileri, bir kadının göz kapaklarında dikilip aşağıya, sonsuz bir uçuruma bakarken buluyorlar kendilerini. Eskisi gibi tereddütleri yok. Bırakıveriyorlar boşluğa anlamsız bedenlerini, düşünmeden geride bekleyenlerini.
Sokakta yürürken rastlantılar karşı kaşıya getirirse onunla seni... Ve şayet yanında yoksa biri. Durdur onu ve ona yavaş sesle fısılda söyleyeceklerimi...
Gecelerin çok uzun olduğunu anladım ve şafak vakti o uyanırken ben daha yeni uykuya daldım. O vakitler hayatın sınırları. Ve sınır boyu mayın tarlalarının yerini tehlikeli sessizlikler alırdı. Birbirine ulaşamayan yürekler kendilerini geceleri bitmesini istemedikleri uykulara vuruyor. O’nun dâhil olmadığı bir hayatı yaşamak, artık pek de anlamlı gelmiyor...
yalnızım
O’na de ki;
Ben… Yalnız başıma… Yetmiyormuşum meğerse bana.
Anlayacağı, bir yön gerekiyor. / Masanın üzerinde duran yapayalnız bir pusula, / Rotasız yolculukları çizmeye yetmiyor.
Yalnızlık özgürlük ise, benim için hapis zamanı geldi geçiyor. Ne garip, insan bazen iki kişiyken de kendini çok yalnız hissedebiliyor. Oysa ben, Erhan Bener romanlarından fırlatılmış “tekil bir kahraman” gibi yaşıyordum onunla yalnızlığı.Şimdi yalnızken aynalara bakamıyorum. O varken ondan kaçıyordum, yanımda yokken sokaklarda başımı kaldırmıyorum.İtiraf etmesi oldukça zor ama çoğu zaman yalnızlığımı sevdiğim kadar, utanıyorum.
Varlığında kaçtığım yalnızlığıma, bugün sığınıyorum.
şiyir
O’na de ki;
Kara kaplı bir deftere bir kaç satır yazmadan uykuya dalamıyorum. Gizli bir bahçeden yükselen viyolonsel ve piyano eşliğinde ise aynı kelimeleri farklı beyaz sayfalara her gece, her gece, bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha yazıyorum;
Ona / “seni seviyorum” demek isterdim. / Sesinin üzerine ağlamak / Ve konuşmadan onu anlamak... Bir hasret mektubu gibi gözlerine sığınmak isterdim. /Onu kucaklamak/ Bağrıma basmak, öpmek, koklamak... O’na de ki O eğer o olmasaydı,/ uğruna ölebilirdim. O, o olsaydı ,/ Orada / Yanı başımda dursaydı / cennetleri cehennem / Sebepleri neden yapabilirdim. Keşke şurada tekrar bulabilsem onu / Bıraktığım gibi... / Küçük bir gülümseme / Ve bir kaç damla gözyaşı ile... O’nu sevebilirdim.
ben iyiyim
O’na de ki;
Duydum. herşeyi duydum... Şimdi bana onu anlatıyorlar. Sanki başka bir insandan bahsediyorlar. Ben mi büyük anlamlar yükleyerek tam(am)lamışım O’nu... Öyleyse ne kadar yanılmışım. Yaratırken bir masal prensesini çocuksu düşlerimde, kendimi ne kadar iyi kandırmışım. Duyduklarım kara harflerle yazılacak masumiyet tarihine. Kirletilmiş bir sayfaya, kalın uçlu simsiyah kalemlerle... Bir Atilla İlhan şiiri gibi yazılanları yalnızca yaşayanlar anlayacak. Şiirlerde bana, yalnızca O anlatılacak. Biliyorum bir gün kendisinin anlatıldığı şiirlere rastladığında yazılanları anlamayacak. Zira tiren çoktan uzaklaşmış olacak. Hayatın karanlık bir ara istasyonunda yapayalnız kalanlar unutulmaya mahkûm olacak.
O’na sor bakalım; En çok ne eksik kaldı,biliyor mu ?Gerçiben bilmesini beklemiyorum. Beni anlamasını beklemediğim gibi. Benimki geç kalmış bir veda ya da yanlış anlaşılmış bir aşka bir türlü konulamayan nokta, nokta, nokta.
O’nun için denk gelirse eğer, iki lafın arasına sıkıştırıver söyleyeceklerimi.
“Bana pişman olacak kadar bile zaman tanımadı.”
Oysa her insan geriye dönüp baktığında “Acaba?” sorusunu sormak ister... Hata yapıp yapmadığını ufak bir zaman aralığında tartışmak gereğini hisseder...İçinden çıkamadığı durumlarla karşılaştığı anlarda bir süre için “kaçma hakkını” kullanmak için beyaz yalanlar söyler... Ben bunların hiçbirini yapamadım. Yapacak zaman bulamadım. Belki bu yüzden bugün ben yalnızca “iyi olmuş” diyebiliyorum. Yanılmadığımı, hata yapmadığımı düşünebiliyorum. Beni en çok işte bu yaralıyor. Bu kadar haklı çıkmak insana pişman olma fırsatını tanımıyor. İnsan pişman olamayınca da“bi daha” diyemiyor. Ayrılık, ( “zamansız” olunca ) tüm ağırlığını omuz başına bırakıyor.
Ve o orada durduğu sürece ben bir daha hiç bir zaman benzer ağırlıkları kaldırmayı göze almayacağım. Ortalama aşklara bir kez aldandım, bir daha aldanmayacağım.
Yanlış anlamasın sakın. İstese de, istesem de, istesek de hiçbir zaman geri dönmeyeceğim. Niyetim af dilemek değil, af etmek hiç değil...
Benimkisi eski bir dost’tan bir “hayat mahkumunun” son istekleri, o kadar…
Onun sesini duymak istemiyorum, bir daha telefon etmeyeceğim. Yüzünü zaten görmeyeceğim. Bitip gidenlerin ardından artık ben de üzülemeyeceğim.
Gelsin bende kalan son parçasını, çantasını alsın,sırtındaki bavuluna yüklediği yalan hayatlarla uzaklara kaçsın.
O’na deki;
Ben o’nu düşlerimde yaşatacağım. Sessizliğimde avaz avaz adını bağıracağım. Yıllar sonra bir gün karşılaştığımızda uzun uzun yüzüne bakarken utanmayacağım. İzlerini taşıyan mezar taşı, başköşemde duruyor. Ama ayrılmak her zaman unutmak anlamına da gelmiyor. Gözlerim hala gözlerine değiyor, ellerim havada boşluğu uzanan umutları yakalıyor. Mutlu değildim, mutlu değilim, olmayacağım. Merak etmesin, tersini düşünüp, kendini üzmesin. O mutlu ise tebrik ederim. Mutluluğunun devamını dilerim. Ama şunu da bilmesini isterim;
Bir gün bir uyku arasında rastlarsam ona, düşlerimde kendimi tutmayacağım.
Miles: Why am I attracted to a person I know isn't good?
Iris: I happen to know the answer to this. You're hoping you're wrong. She does something that tells you she's no good, you ignore it. Every time she comes through and surprises you, she wins you over... and you lose that argument with yourself that she's not for you.
Miles: Exactly.
Iris: I know it's hard to believe people when they say, "I know how you feel." But I actually know how you feel.I understand feeling as small and as insignificant as humanly possible. How it can actually ache in places that you didn't know you had inside you. It doesn't matter how many new haircuts you get or gyms you join or how many glasses of chardonnay you drink with girlfriends. You still go to bed every night going over every detail and wonder what you did wrong or how you could have misunderstood. And how in the hell, for that brief moment you could think that you were that happy? And sometimes you can even convince yourself that he'll see the light and show up at your door. And after all that however long "all that" may be you'll go somewhere new. And you'll meet people who make you feel worthwhile again. And little pieces of your soul will finally come back. And all that fuzzy stuff those years of your life that you wasted that will eventually begin to fade.
... My words rained over you, stroking you. A long time I have loved the sunned mother-of-pearl of your body. I go so far as to think that you own the universe. I will bring you happy flowers from the mountains, bluebells, dark hazels, and rustic baskets of kisses. I want to do with you what spring does with cherry trees* -Pablo Neruda
* Quiero hacer contigo lo que la primavera hace con los cerezos.
- "I had been positioned over her life like the blade of a guillotine." midnight sun stephenie meyer
- "when you kiss me, heaven sighs"
and though i close my eyes i see la vie en rose when you press me to your heart i'm in a world apart a world where roses bloom and when you speak angels sing from above every day words seem to turn into love songs give your heart and soul to me and life will always be la vie en rose i thought that love was just a word they sang about in songs i heard it took your kisses to reveal that i was wrong, and love is real hold me close and hold me fast the magic spell you cast this is la vie en rose
her yıla bir tema belirliyor ya insanlar; barış yılı, yılan yılı, mevlana yılı vs... benim için bu yılın ana teması 'kabul' olsun istiyorum. bu kelimeyi kalın yapayım, italik yapayım, altını çizeyim, ben onu belirginleştirdikçe o manasını hayatıma yaysın istiyorum.
kabul, beklentiler ile hayal kırıklıkları arasındaki kuvvetle muhtemel bağı zayıflatıyor. kabulün salındığı meydanları hayal kırıklıkları tutamıyor. gölgesini düşürebiliyor en çok, şöyle bir geçiyordum, uğradım kadar..
bugün katıldığım bir grup çalışmasında yapılan katkılar bana şunları düşündürdü: yaşamda arzu edilen ve arzu edilmeyen deneyimler var; sevilmek, takdir edilmek, beğenilmek ya da acı çekmek, terk edilmek, reddedilmek gibi... bazılarının peşinde deli gibi koşarken bazılarından da aynı hızla kaçıyoruz. yaşanan günden 30-40 yıl sonra geri dönüp bakıldığında geriye ne kalacak? mütemadiyen sevildiğiniz, takdir edildiğiniz, bir dediğinizin iki edilmediği bir hayatı "mutlu" olarak tarifleyecek misiniz acaba? 'yaşanmış' kelimesinin altını ne kadar dolduracak bu tek yönlü deneyimler? peki, oncan yıl sonra da bu kadar korkutucu kalacak mı terk edilmişliklerimiz, çektiğimiz acılar?
her bir deneyim bir referans noktası oluşturuyor hayatta. (göreceli) daha iyiyi ve (göreceli) daha kötüyü tanımlamamıza katkı sağlıyorlar. bizse sadece arzu edilir bulduğumuz deneyimleri sahiplenir gibiyiz. acılar derhal bitsin, sevilmeler sonsuza dek sürsün istiyoruz. oysa her biri bir diğeri kadar bizim ve bir diğeri kadar sonlu... en nihayetinde birbirinden farklı deneyimlerimizin oluşturduğu bambaşka bir renk değil miyiz hayatta? aşk da benim, acı da benim, öfke de benim, hüzün de benim, ayrılık da benim; ben, tek bir renkten ibaret değilim. tam burada Kadir hocamı anmazsam olmaz, "hayat sizi seçeneksiz kılmaz, yeter ki siz kendinisi seçeneksiz kılmayın."
kabul kelimesinin yanına sahip çıkmayı da yazdım bu yıl için. bakalım neleri kabul etmek, nelere sahip çıkmak gerekecek...
son bir not güne dair, bir defter kapağında okudum; "Life isn't about finding yourself. Life is about creating yourself."
'inşa' kelimesi de başka bir yazının konusu olsun.
gün doldu: kendime bir aksisedayım Ürktüm hep hayalâttan. aklım bana açıkla: yırtılan zaman mı gülün yaprağı mı? elinde buruşturuyordu validem. kapatılmış ve leyli bakışlı mecnune. ömrüm şimdiden "bir devr-i hüzün" ve kapkara matem: dizdizeyim dalgın hayaletinle. ufku sen misin seyreyleyen darüşşifa'nın o tozlu penceresinden, ben mi? vehimler ve cinnet korkusu bana mirasın. ölü oğul da küçük, çıplak ayaklarıyla geziniyor sofada, çatının içindeki rüzgâr gibi. ey hafıza! kanıyor ne varsa süzdüğün. siyah zambak: koridorlarında usulca açan o cizvit mektebinin "gecede yazmayı mutad edindim" daha o zamandan. sırdır çünkü yazı: candan doğar ve ayan ettikten sonra sır olur nemsin benim öteki zamanlardaki çocuk? bir hasım gibi mi büyüttüm seni kalbimde? sözüm sana yine de: kimi gerçek daha derin düşten. düşler de geleceğe gönderir ve yitik söz dirilir okurun dilinde. yaşamım! doğrusun yanlış olduğun kadar. bir diken gibisin içimde. ah! gülün yok. doğ karanlığın devâsa rahminden de okurum hisset beni: "intiharımı da fenne tatbik edeceğim: şiryanlardan birinin geçtiği mahalde cildin altına klorit kokain şırınga edip buranın hissini iptal ettikten sonra orasını yarıp şiryanı keserek seyelân-ı dem tevlidiyle terk-i hayat edeceğim" zevcem! kim kimin uçurumu? her ağuş, ne yapsak bir serzeniş aslında. metresim! kucaklaştık ama daha bir kez buluşmadık. tecilin dolmasını bekledim ben. suret-i varaka "ameliyatımı icra ettim. hiç bir ağrı duymadım. kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım" ki "kâğıt dahi kanla mülemma"
Don't run too fast Like a shot from a gun Don't jump too high And knock out the sun Don't stray too far Out on your own When you finally come knocking When you finally come knocking There'll be nobody home Nobody home
Don't pull too hard Like a kite in the wind "You're gonna" break the string When I reel you in Don't take off flying All on your own When you finally come knocking When you finally come knocking There'll be nobody home Nobody home
You say you're feeling locked inside Stuck inside to stay You wanna fly away There's "really" nothing I can do To help you make your play Make your getaway Don't dream too wild And shoot for the moon Don't ride your heart Like a balloon Don't blow away To places unknown Cause when you finally coming knocking When you finally come knocking There'll be nobody home Nobody home
Don't run too fast Like a shot from a gun Don't jump too high And knock out the sun Don't stray too far Out on your own Cause when you finally come knocking When you finally come knocking there'll be nobody home Nobody home
When you finally come knocking When you finally come knocking There'll be nobody home Nobody home
When you finally come knocking When you finally come knocking There'll be nobody home Nobody home