17 Temmuz 2009 Cuma

careless


dünya yansa...















...bi kalbur saman

15 Temmuz 2009 Çarşamba

10 Temmuz 2009 Cuma

The Tudors ve Mağara Adamları


işbu yazının vebali, rehavet dolu bir cuma iş çıkışı, önünden geçmekte olduğum kitapçının rafında gördüğüm 'tudor' isimli kitabın kapak resmi üzerinedir.



yaşam içersinde sürdürdüğümüz davranış paternlerini edinmemizde pek çok öğrenme biçimi rol oynuyor. gözlem yoluyla repertuarımıza kattığımız davranışlar olduğu gibi, genetik kodlarımız sayesinde nesilden nesile aktardığımız davranışlar da var. bu davranışların kimi kültürden kültüre anlam değiştirirken, kimleri ise evrensel olarak benzer anlamlar taşıyor. oysa zaman içinde bu evrensel olduğunu kabul ettiğimiz anlamlar arasında -belki yine, kısmen de olsa evrensel- dönüşümler yaşanıyor.

ingiltere tarihinin parlak dönemlerinden birine imza atmış tudor hanedanının hikayesini anlatan kitabın kapak resmi yukarıdaki. aynı hikayeyi anlatan dizi oyuncularıyla yapılmış bir çekimin ürünü... fotoğrafta adamın, kadının boğazını kavrayış biçimi dikkat çekici. hayat içersinde birbirimizin boğazı, sıklıkla dokunduğumuz bir yer değildir ve ilk bakışta tehditkar bir doku taşır. ancak fotoğrafın genel havası bu dokudan çok uzak. şiddet öğeleri içeren benzer davranışların filmlerde, benzer bir yan amaca hizmet eder ustalıkta kullanıldığına sıklıkla rastlamak mümkün. gitmekte olan birini kolundan tutulup çevrilmesi.... birinin duvara yaslanıp hareket alanını kısıtlanması... çıkmak üzere olunan kapının kapatılması ve kişinin içeride tutulması vb... bütün bunlar, dahil edildikleri sahneyi, karşı cinsler arasındaki gerilimin uç noktaya ulaştıracak yönde manüple edilmeye müsait öğeler. her biri ayrı ayrı şiddet malzemesi taşısa da, yukarıda örneğini verdiğim durumlarda bambaşka bir etki oluşturmaktalar. soru şu, ne oldu da, bünyesinde şiddet taşıyan hareketler cinsel haz kaynağına dönüştü, 'turn on' vesilesi oldu?

konu üzerine arkadaşlarla yaptığım konuşmalardan birkaç teori çıktı, ilki darwin'in ruhunu şad eder cinsten. zira bir bakış açısına göre; bu dönüşüm, tarihin bir noktasında gerçekleşmedi, zaten mağara adamalarından beri öyleydi. kadının (çok kıymetli) yumurtasını, onu hayatta tutabilecek, neslini ziyan etmeyecek güçte birine emanet etme isteği ve güç algısıyla ilgili... yukarıdaki fotoğraf kimin kim üzerinde daha çok hakimiyet alanına sahip olduğu ile ilgili ilginç noktalara gidebilecek tartışmalara gebe olsa da burada hatun kişinin yumurta mülkiyeti tartışılmaz bir gerçek. 'bana hükmeden dünyaya hükmedebilir ve neslin devamı için gerekli koruma alanını sağlayabilir' kanaatine ulaşmadan kendini karşı cinse teslim edemiyor olabilir kadın. böyle bakılırsa belki de, muhattabını 'güç'lü algılama ihtiyacı kadın kısmısının, kendini/neslini teslim edebilmesi için temel bir ihtiyaç olup aynı sebeple de 'seksi' olarak tanımlanmaktadır.

bir diğer teori ise freud'un ruhunu şad edesigillerden. malumumuz, freud'a göre cinsellik ve saldırganlık iki temel dürtü. buna göre kavga eden çiftlerin tartışmanın şiddetli anında hissetmeye başladıkları cinsel çekim ya da şiddet öğesi taşıyan hareketlerin cinsel uyarıcı nitelik taşıması, bu iki temel güdünün karşılıklı olarak birbirini tetikleme gücüne sahip olması şeklinde açıklanabilir. hatta, bu karşılıklı birbirini tetikleme fikrinden yola çıkıp pavlov'un kulaklarını çınlatmak da mümkün. zira, x tepkiyi çıkartma gücüne sahip y uyaranıyla eşlenmiş z uyaranının, artık y'nin olmadığı noktalarda da x tepkisini çıkartma gücünü kazanmasını klasik koşullanma olarak tanımlıyorsak, bir adamın kadını boğazından kavraması seksî olarak tanımlanmaya başlanıyorsa, boğazdan kavrama davranışı ya da bu davranışı içine alacak üst başlığın, bir yerlerde seksî bir fikirle eşleşmiş olması lazım. eğer çok istenirse, bu davranışların kazanım sürecini de edimsel koşullanma ile açıklayabiliriz. biri birini duvara yapıştırmıştır, o biri bu davranışı bir sebeple tekrar edilesi bulup ödüllendirmiştir, o davranış da pekişmiştir, falan filan...

gün geçmiyor ki, kafama takılan konular zihnimde dönüp dolaşırken, bu dönüp dolaşmalara malzeme olacak gözlem kaynakları karşıma çıkmasın ya da benim algıda seçici becerilerim işe el atmasın. tam bu konuyu evirip çevirmekteydim zihnimde, bir otobüs yolculuğu sırasında iki kişi gördüm. kadın tekli koltukların ilkinde yüzü yola doğru, adam da tekli koltukların önündeki yan üçlü koltukların tekli koltuklara en yakınındakinde oturuyordu. kadın otobüsün gittiği istikamete, adamsa kadına doğru (oturması gereken yöne değil de 90 derecelik açıyla yüzü kadına dönük şekilde) oturuyordu ve bacakları kadının koltuğunun kenarına doğru kafes gibi uzatılmıştı. sonra öyle oturmaktan yoruldu mu nedir, koltuğun baktığı cam istikametine doğru döndü ama bu kez de kolunu kadının kucağına koydu. hayvanların kendi avlanma sahalarının sınırlarını belirleyerek diğer avcılara karşı 'buralar benden sorulur' minvalinden bir mesaj bırakmak için vücut sıvılarını kullanarak mülkiyetlerini 'damga'ladıkları belgesel bilgisine dayanarak ve evrim teorisinin bana verdiği yetkiyle kendi kendime sormadan edemedim; 'bu çocuk kalksa, kadının etrafında onu içinde tutacak bir daire şeklinde bir 'mine' deklarasyonu bâbında çişini yapsa rahat eder mi acaba?'

iki konseptin iç içe geçmişliğinin resmi; Enrique Iglesias ve Ciara'dan dinliyoruz, Takin' Back My Love..
tüm sevenlere ve sevgilerini rafine edemeyenlere gelsin...


Taking Back my Love from . on Vimeo.

3 Temmuz 2009 Cuma

etiketler

öğrenme teorilerine göre, insan zihni kategorizasyon sistemiyle çalışıyor. bilgileri ana başlıklar altında, benzerliklere göre sınıflıyor. yeni bilgi, var olan kategoriler taranarak en uygun olana yerleştiriyor. eğer uygun bir kategori henüz yoksa, yeni bir başlık oluşturuluyor. örneğin ilk kez katana gören biri bu bilgiyi 'kesici aletler' kategorisinde depolayabilir ya da 'japon kılıçları' adı altında yeni bir başlık açabilir, falan filan...

kategoriler iyi, güzel. öğrenmemizi kolaylaştıyor, dünyayı algılama sürecimizi organize ediyor. tamam, o da güzel. amma velakin bu kategoriler insan zihninin tehlikeli dehlizlerinde can sıkıcı şekiller alabiliyor. örneğin, sen bir katanaysan, ömrünün sonuna kadar katanasındır. kimse senden başka bir şey olmanı beklemez ve sen de başka bir şey olmayı bilmezsin zaten. bir ucundan vakur bir süzülüşle girdikleri fabrikanın diğer ucundan jilet olarak çıkan emektar gemilerle ortak bir kaderleri var mıdır katanaların bilmiyorum ama varsa bile e o zaman da artık jiletsindir. yine malzeme belli. ama efendim insan öyle mi?

insanoğlu için 'bir' şey olmak imkansız ve beraberinde 'o şey' kalmak da hayal. oysa bunu birbirimizden beklemekte mahsur görmüyoruz. birine 'bir şey' adı veriyoruz ve sonra kafamızdaki 'o şey'e yakışmayacak(!) şekilde davrandığında, göğüs üzerinde birleşmiş kaşı kalkık kollarla 'nıck nıck nıck'...

diyelim ki birine dürüst dedik. kafamızdaki dürüstlük kategorisinin dışına çıkacak bir davranış sergiledi mi fakir, haydi bakalım sahtekar oluyor. insan bir şeyden, o şeyin tam tersine nasıl dönüşür düşüneduralım, o her bir şeyin, her bir insan evladının o güzel zihninde farklı sınırlara göre kategorize edildiğine mi yanarsınız, yoksa yönünüzü çizmeniz için o cânım beyindeki elektriksel aktivite dışında bir yol haritanız olmadığına mı?

övgü mahiyetindeki etiketler mesela, çok şaşırtmacalı bir düzende işliyor. 'yardımsever' dediyse size biri bir vakit, siz de gülümseyerek göğsünüzdeki rozetlerin arasına iliştirdiyseniz bu etiketi, sizden bir talepte bulunduğunda reddetmeniz veyahut tereddüde yeltenmeniz büyük kepazelik. tıpkı, sipariş etmediğiniz halde gelen tatlıyı afiyetle mideye indirdikten sonra hesaba eklendiğini görünce gık demeye hakkınız olmadığı, garsonun 'yerken iyiydi ama' mealindeki bakışları altında hesabı paşa paşa ödediğiniz gibi, göğsünüzdeki rözeti etinize batıra batıra yardımsever biri oluveriyorsunuz. ben derim ki, sipariş etmediğiniz tatlıları yemeyin. canınız çekti ve yediyseniz ödeyin o zaman. yerken-iyiydi-ama-bakışlı- garson haklı.

bu şu demek; 'ay sen çok yardımsever bir insansın cicim'leri 'ahım, öhüm, hihim, biz ailecek böyle yetiştik efenim, benim paşa dedem de pek kalender meşrepti ki bunun konuyla ilgisi yok. demem o ki bizde yardımseverlik genetik. ehim, öhüm.'le cevaplarsanız oltayı yuttunuz, artık o kişiye bir 'yardım sevme' borçlusunuz. 'yok efenim, kim olsa yapardı. hem inanır mısınız, bazen canımın hiç istemediği de oluyor, bakmayın bugün öyle içimden geldi.' derseniz, bir umut yırtma ihtimaliniz var.

bu yardımı sevmeyelim, kimseye gram iyiliğimiz dokunmasın da demek değil ayrıca. mümkünse seveceğim yardımları kendim seçmek istiyorum hepsi o. demoklesin kılıcı gibi başımın üstünde sallanan geçmiş övgüler listesi ya da etiketler güdümünde sürüklendiğim iyiliklere gıcığım var.

bugün, burada, hepinizin huzurunda, bana yapıştırılmış bütün etiketleri reddediyorum. 'bir' şey olmayı başaramayacak kadar fazla 'şey'im. binaenaleyh, çok pis hayal kırıklığına uğratırım. sonra;

senden bunu hiç beklemezdim dersiniz,
'insan beklentiler listesini güncel tutmalı değil mi mirim, orjinal miydi seninki, netten direkt update yapabiliyor musun' derim.

bunu sana yakıştıramadım dersiniz,
'diymi diymi... indirime girince kaçırmayayım dedim ama rengi açmadı diymi', derim.

seni hiç tanımamışım ben
dersiniz,
'herkes bir hamlede başaramıyor, yılma, tekrar dene', derim.

velhasıl-ı kelâm, zihnimizin dolambaçlı yollarına düşmeyelim, birbirimizi üzmeyelim.