31 Ağustos 2008 Pazar

bin kelimeyi bir kelimede toplayanın hatipliğine selam duran satırlar

kaybolan bir şeyler var. geride kalan boşluklarından bile fark etmiyorum yokluklarını, o kadar kayıplar. sanki bir zamanlar varmışlar ancak öyle bir cılız hatıra ki bu... ne görsel, ne işitsel ne de diğer duyu organlarımsal bir kaydı yok zihnimde. sadece duyumsal bir iz... istersem uydurduğumu farz edebilirim, o kadar varla yok arası... tanımlanamayan uzay cismi gibi ya da... fark edilen ancak tariflenemeyen, anımsamaya benzer bir farkındalık anı eşliğinde mış gibilik bir film şeridi, bilmeyen şimşek sanır. bir tutam erdem içinde, ninelerin anlattığı masal tozlarından damlayan... bir tutam vefa, darda kalınca da gevşetilmeyen sadakat bağlarından sızan su... biraz saygı, kanaat, tahammül, görmediğine görmüş gibi inananların heybesindeki, ömrün gün ile sınırlı olmadığı bilgisi... azıcık sebat, azıcık aidiyet ve bir miktar itaat... kendini kendinden başkasıyla anlamlandırma gücü... biri bireyden değil birlikten damıtma... mesuliyet ve memnuniyet biraz da... "kendi için istemediğini başkası için istememek"en nihayetinde!

30 Ağustos 2008 Cumartesi

tamam olmak

insan neye sahip olursa olsun, eksik kalır. hep bir şey daha... hep sahip olunmayan o şey daha... bir ah bir de o olsa, başka da bir şey istemem daha... bitmez. insandaki eksiklik duygusu, sahip olunanlar şükürle mühürlenmedikçe bitmez. şükür hem kıymet bilmeyi, hem kanaati temsil eder. kanaatkâr bir memnuniyete muhattab olmak Latif Olan'ı mutlu eder ve O mutlu edeninden eksik etmez mutluluğu. Hamd... Sana!

27 Ağustos 2008 Çarşamba

azeem o shan shahenshah farma ravaa

adanmak... sınırlarını eritmek ve içinde ben'in kalmadığı bir dönüşüm yaşamak. ben neredeyim diye sormadan... olmanın tek yolunun onda olmak olduğunu bilerek... bu bilgiden incinmeyerek... dergâh önünde çıkardığı pabuçların yokluğunu nasıl hissetmezse derviş, öyle bir kıyama durmak; kıraatler katre katre... rüknûnu 4 elif miktarı uzatmak da, cezm nerede diye sormamak... şeddeli secdelerle almak alnın hakkını vakitten ve her bir kıyamı vakfe gibi yaşamak. kalpte nar-ı aşkı tavaf eyleyen mevleviler, etek uçları kül, avuç içleri köz. sineler pâre pâre, yâreler göz göz... uçbeyliklerden kopan atlılar hâra ferah taşımakta iseler de, ne çare. yazgıdan dökülürken yangınlı ferman, nalın çivisi çürümekte, atın ayağı aksamakta... ki, sipahi birliği; sisler içinde bir hayal şimdi ancak.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Israr

Çocukken, ısrar etmenin ikna etmek nev'inden olduğunu sanırdım. Sonra, talep edilmek bâb'ından arzu edilmeye, oradan da istenir ve sevilir olmaya çıktığı yanılgısına vardım. Faili olduğumda da, mefulû olduğumda da ısrarı, sevgi perdesinden damıttım; ısrara muhattab iseniz düşünülmekte, sevilmekte, önemsenmektesiniz. Şimdi ise kocaman bir PEH eklemek istiyorum bu cümlenin gerisine. Israr şimdilerde çokça ben'le ilgili bir mefhum gibi. Benlik, ego; bencillik, egoizm...

"Seni düşündüğüm, isteklerini önemsediğim, seni değerli gördüğüm için ısrar ediyor değilim. Bilakis, eğer öyle olsaydı; kendin için neyin iyi olacağının kararını sana bırakabilir, bana zor gelse dahi mahremiyetinin sınırları dışında saygıyla durabilirdim. Yegâne hedefim kontrolde kalmak, dediğimi yaptırmak, aklımdaki sen için biçtiğim kaftanı giymeni sağlamak. Dava uğruna emrivâkinin adını bile ikna olarak değiştirebilirim. Bakma nazlandığına, aslında çok sevindi, diyebilirim. İşin tuhafı, bana bile yalan gelmez bu cümleler. Egomun gediklerine doldurmak için sıraladığım bu yalanlara, herkesten önce kendim inanabilirim. Israrıma cevap bulamazsam eğer; kırgın, öfkeli, hatta suçlayıcı olabilirim. ben seni bu kadar düşünürken, senin benim sözlerimi önemsemediğinden dem vurabilirim. Masum bir Hayır, teşekkür ederim'den dolayı seni müebbete mâhkum edebilirim. Sen kimsin ki kendin için iyi olanı, iyi olmasın, tercih edilesi olanı belirleme hakkına sahip olasın. Bunları olsa olsa ben bilirim. Ne de olsa seni en çok seven, en düşünen, en çok önemseyen benim.

Sevgiler,

Sevenin ve her daim sevecek olanın."

19 Ağustos 2008 Salı

saanson ki mala pe

Planlanmamıştı lakin iki vakit namaz nasip oldu Mimar Sinan'ın çıraklık eseri kubbesi altında, hamd. Şehzade Mehmet Camii ve ben çokça vakit karşılaşmışızdır. Yolumuz kesişmiş, selamlaşmış, hal hatır sormakla yetinmişizdir. Alnımın hakkı olan secdeyi zemininden almak ise nasip olmamıştı bugüne kadar. Şehzadebaşı öyle bir semt ki; bir yanı Vefa, bir yanı Saraçhane, az ilerisi Fatih, öbür yanı Süleymaniye... Harcı padişah bir babanın merhum oğluna vefasından tutulmuş olan Şehzade Mehmet Camii'ni göğsünde taşıyan, adaşı büyük büyük fatih dedesinin gölgesinde rüzgarlı yaz günleri ağırlayan, sırtını baba 'Süleyman'iyenin omzuna yaslamış bir semt... Camiin avlusundan bir girildi mi, tekrar nefes almaya hacet bırakmayacak bir derin solukla çabucak geçilesi sokakların esamesi okunmuyor artık. İçerisi yeşil çimen, efil rüzgar, ulu çınar, bir ömürlük huzur... Ağustos'un can yakar sıcağı dahi dize geliyor Sinan'ın taş duvarları arasında. Bir hal iniyor insan kalbine ki, döne döne kul olmak kabilinden... Alın yazısının en derin nakışlı kelimesi parıldayıveriyor, kul. Soranlara nâm olarak söyleyesi geliyor insanın. 'Kimsin, nesin' diyenlere, "kulum" dese... Çıkmasa oradan, bir ömür eksilmese bu şevk. Öyle bilinse...

Bir vakitten diğer vakte geçerken, mekânı dolduran havanın sadece oksijen, karbondioksit ve azottan oluşmadığını, tümünün güven zemininde harmanlandığını düşündüm, göğsümde bir kocaman "bana burada bir şey olmaz." Aklıma ibadethanelere doldurulup zulüm görmüş insanlar geldi. Üzerlerine kilise kapıları kilitlenen hristiyanlar, tapınaklarda ateşe verilen hindular, havralarda taşa tutulan yahudiler, en kalabalık ibadetleri esnasında camileri bombalanan müslümanlar... Tümü geldi geçti aklımdan ancak kıpırdamadı göğsümdeki o kocaman "bana burada bir şey olmaz." Onu da yanıma alıp çıktım camiiden.

Avluda tek kollu cengaver misali şehzadeyi bekleyen çınarın altından geçerken; bir babaya, bir oğula, bir de mimara fatiha uçurmak hak oldu. İnsanların isimleri türlü sebeplerle ilişiveriyor birbirlerine... Hayırlı isimlere, hayrdan ibrişimlerle ilişmek ümidiyle...

derkenâr;
aldığım her nefesle sevdiğimin adını mırıldanırım,
saanson ki mala pe simrun main pee ka naa,
with every breath I take I chant the name of my beloved.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

beklerken

Durarak yapılan yegâne eylem durmanın kendisi olduğu halde, beklemeyi durmakla eş gören ve bunu kendinden müstakil bir gerekçeye dönüştürerek eylemsizliğe kılıf biçen bir neslin insanlarıyız. "Doğru zamanı bekliyorum" dillendirmesinin gölgesine kurulup seraptan vahalar seyreyleyen bir neslin birbirine ne de çok benzeyen insanları...

Çocuğunun alnına koyduğu buzlu bezleri yenileyen kadının kıpırdayan dudaklarındadır beklemek oysa...
Toprağın sinesine sardığı tohumu suya doyurma gayretindeki adamın ümitvar ellerindedir.
Allah'ın izni ve peygamberin kavlinin yanına annesiyle babasını katmış kanı delinin kütürdeyen kalbinde...
İlk kez yaptığı yemeği eşine tattıran çiçeği burnundanın gözlerindedir.
Çepeçevre kuşatılmış şehr-i stanbul'un vaktini gözleyen Fatih'in saçlarınındaki Mayıs rüzgarındadır.
Kartal Gözü'nde, Al-Işık üzerinde durmuş Söğüt'ü seyreyleyen Osman Beğ Gazi olası Osmancığın kalbinde yanan Malhun Hatun hayalindedir.

Beklemenin alt yazısı olsa olsa inşa etmek nev'inden okunur. Zira kuytusundan çıkmayanın, taş üstüne taş koymayanın menzile erdiği görülmemiştir.

beni bırakma

"beni bırakma"

yan yana iki kelime...
yana yana iki kelime...
rastgelelikten uzak bir izdüşümü ile bağlı aynı tırnak içinde...
muhattabının sözde emir kipinde, en nihayetinde yalvarma hükmünde olan bu cümleciğe neyle mukabele edeceği; zamana, mekana, aşka, cesarete, insafa, isyana, kararlılığa, sevdaya, umuda, bağlılığa, idraka, güvene, yurdu batısından saran alçak basıncın yağmur getirip getirmemesine, güne, düne ve yarına bağlı.

"sakın bir söz söyleme"

16 Ağustos 2008 Cumartesi

beraat

beraat (isim, hukuk, Arapça); Aklanma.

mathlab

- senin de depresyona girdiğin olur mu hiç?
- çok pis olur hem de... tüm girişlerini biliyorum.

15 Ağustos 2008 Cuma

hınç

kocasının duyarsızlıkları karşısında "kadın olmaktan çıktı artık" dediği bedeni sandalyede biraz daha kıpırdandı. sesi boğuk ama konuşmakta kararlı... elindeki parçalanmış mendilden güç alır gibi bir ona bir gözlerime bakarak dizdi cümleleri. "Ben evlendiğimde 85 yaşındaydı babam. Çok korkuyordu o ölür de ben arkada kalırım diye. İstemediğim halde, o üzülmesin diye ses etmedim. Sevmediğim bir adamla, mutlu olmayacağımı bile bile evlendim, sırf babam üzülmesin diye. Ben evlendikten sonra babam 8 sene daha yaşadı, tam 8 sene..."

uyum

bakmakta olduğu pencereden gözlerini ayırmadan, önemsiz bir gerçeği dile getirircesine isteksiz ve yarım bir nefesle "onca başkalıklarına rağmen uyum içinde yaşayıp giden insanlara bakıyorum." dedi "sanki bir gerçek var herkesi birbirine ait kılan; dünya biliyor ne olduğunu, ben bilmiyorum."

13 Ağustos 2008 Çarşamba

kimsenin görmediği köşelerde, Basîr'in kuşatan bilgisiyle...

"yiğit, yiğit; tek yiğit öfkesini yenendir." Osmancık - Tarık Buğra

Firavun imanı da denen, ölümün kapısından geçilen o son an gelen imanın kabul edilmeyeceği hükmü, gayb perdesinin kalkmasıyla açıklanır. Ölüm haliyle birlikte kişinin önünden gayb perdesi kalkar ve görmüş gibi iman etmesi istenen ancak hiç görmediği gerçekler ona görünür kılınır. RABBin ayetlerinde bildirdiği ve "umulur ki düşünür ve gerçeği anlarsınız." meydan okumasıyla mühürlediği gerçekler, gayb perdesinin aralanmasıyla aşikar olunca yapılan tasdik ile gelen artık gayba iman değil, gözün gördüğüne imandır. Oysa islam kuldan, gözün görmediğine, gözüyle görüyormuş gibi inanmayı ister. Öyle bir imandır ki bu, hiç görmediğinizi hep yanınızda bilerek yaşamayı gerektirir. İnce hesaplar peşine düşerek, az çalışarken çok kazanmayı gaye edinen bir nesil ayan aşikar kurarken oyunlarını, kapalı kapılar ardında hesabı Basîr ile görmeyi gerektirir.

karanlık gecede yürüyen kara karıncanın ayak izlerini gören ayak seslerini duyan ey!
görebilenlere selam olsun...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

boş meydanların ortasında gökyüzünü taşıyan sütun

30 yaşındaydı evlat edinildiğini öğrendiğinde.
Yas-Kayıp basamaklarını sırayla geçti; inkar etti önce. Bilmenin koluna girip gelen öfkeyle isyan geldi sonra. Çökkünlük ve kabul arasındaki köprüyü el ele geçtiği kocası kulağına umut fısıldadı, elini bırakmadı, usanmadı, bıkmadı ve hep dedi ki;

Aşkım benim. Ben senin babanım, ananım, kocanım, sevgilinim, arkadaşınım, dostunum ama sen benim her şeyimsin!

8 Ağustos 2008 Cuma

don't let me down

güneş gözümü alıyor, gözüm denizi... deniz, istanbul bugün; nezaket, yan yana iki gül çiçeği... klişe gonca güllerin her yerdeliğinden münezzeh, avuç doluran aklıklarıyla gül çiçekleri... yan yana ama birlikte değil henüz. buketi belinden kavrayan kurdelenin adı naseeb şimdi...


derkenâr; gözlerinin anlam arar ilgisiyle cpu%99.

7 Ağustos 2008 Perşembe

bağımsız soru cevap ilişkisi

Soruyu soruyla cevaplama(!) yöntemine kardeş geldi, soruyu kel alaka cevapla cevaplama. Aslında o sorunun muhattabı olmayan, konu komşudan duyulmuş, televizyondan edinilmiş, rafta kalmış, kullanılmamış, dinlenmemiş veya son kullanma tarihi oldukça yaklaşmış kimi cevapları elden çıkartma, caiz olan tabiri ile depoyu eritme yöntemi kısaca.

Bu kel alaka cevapların büyük büyük paşa dedesi iştedir. En az nöron yoranı olduğundan mıdır nedir, kapsama alanı en yaygın kel alaka cevaptır kendisi. Suya sabuna dokunmaz, meramını anlatmaz, hödö ya da şibinarilininilay kabilinden ses öbeklerinden daha fazla bir anlam yükü taşımaz. Laf ola beri gele ile laf etti bal kabağı'nın kulaklarını çınlatır sıkça. "Hem cevabımı alamadım hem de almış gibi muamele görüyorum, suratımdaki anlamaz ifade ebleh bir sıfat kazanıyor" öfkesini bırakır geride.
Ne demek işte?
- Bu manasız tutuma delil gösterebileceğim argümanlar elinin tersiyle yapacağın bir mantık sorgulamasıyla yere kapaklanacaklar, bu nedenle onları öne sürmüyorum,
- Kendileri zaten yoklar,
- Varlar mı, yoklar mı diye düşünecek kadar dahi özen göstermedim soruna,
- Omurilik civarından kontrol edilen refleksif tepkilerim bu tarz sorgulamaları kaldıramayacağından mavi alarmla devreye giren refleksif cevaplarım var; mesela; örneğin; bakınız; işte...

Konuşmak madem bir iletişim biçimi, madem temel iletişim biçimi, madem kendimizi anlatmakta kullandığımız temel araç, nasıl oluyorda kendi meramımızı anlamamışken henüz, anlatmaya geçiveriyoruz. Buna acelecilik diyecek olan safiyane zihniyeti alnından öperim. Öyle saf frontal loblara halel gelmesin, sevelim sevdirelim, çevremizi de koruyalım.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

o-nay-lıyorum

anlamak ve onaylamak arasındaki farktır not düşülen satırların istikameti.
anlarsak onaylamış oluruz diye birbirimizi, dinlemek dahi zûl sanki şimdilerde. "gerekçelerini haklı buluyorum" ile "bu deneyimleri senin için gerekçe kılan bakış açısını kavrayabiliyorum"arasındaki fark o kadar da anlaşılmaz değil oysa. bir fikri anlarsam onu desteklemiş olurum ve dinlersem belki de anlarım korkusu kolluyor kulaklarımızın örs-üzengi tenhalığını. tenha, zira kendi yankısı ile hemhal herkes, pencerede; "yemin törenine gittim, anlamamaya and içip gelicem" yazısı.
filhakika, "ötekini anlamakla başlar ötekileşmek, zinhar anlaşılmaya!" yazıyor, hamilini hiç de yakın kılmayan hamili kart yakinimdir kartlarımızın arkasında.

5 Ağustos 2008 Salı

Sayın Kendim

Bazı yazıları yazarken hoşlanmıyorum kendilerinden. Kimilerinin sonuna not düşüyorum hatta; galiba bu dönüp okumaktan hoşlanmayacağım bir yazı olacak. Şaşırtıcı mı bilmem, genelde öyle olmuyor. Aman da ne güzel dizdim kelimelerden incileri kabilinden yazıları sıradan bulduğum, sıradanlıklarına tahammül gösteremeyip canlarına kast eylediğim de vakidir. Zaman geçtikçe mi kıymetleniyor o beğenmem dediklerim, bilmiyorum. (Bu pek şaşırtıcı değil, pek çok şeyi bilmiyorum. Kısaltması var ise tedarik edip adımın önüne katsak bilmezi yeridir desem yeridir, demek ki tam yeri.) Her şey de şarap değil ki kuzum, üzerinden zaman geçtikçe kıymet bulsun. Öyle olsa imal eder rafa kaldırırız elden ne gelse. Oysa cümleten bağlı olduğumuz bir tüketme telaşı alıp gitmiş. (Ki, laiklik nedir bilmez bir din gibi kendisi. Ilımlı mılımlı değil hasılı, mahalle baskısı o biçim... Esmerim de biçim biçim, biçim demişken.) Sanki üzerinden bir namaz vakti geçse eskiyor sözler. O kadar. Bir yerde okumuştum galiba, fast food yiyecek satan firmalar, ürünlerinin tümünü buzlukta yarı pişmiş vaziyette muhafaza ettiğinden ve pişirme eyleminin kalan yarısı, buzluktan çıkartılan ürünün kendi halinde çözülmesine vakit olmaksızın, siparişin hemen ardından hayata geçirildiğinden, bu yiyecekler 12 dakika içinde tüketilmek zorunda imiş. 12 dakika geçtiği taktirde, son kullanma tarihi geçmiş ürün misali bozulma eğilimi göstermekte imiş. Ben kelimelerin yalancısıyım. Hayatımıza hangisi daha önce girdi bilmiyorum (bak yine, hem de ne ustalıkla, o kıvrak salınışla bilmiyorum) lakin, fast food gıdalar, ayaküstü sohbetler, atıştırmalar, yatıştırmalar, kestirmeler, kısaltmalar ard arda geldi sanki. Hayat kendi kuyruğunu takip eden bir geçiştirme ritüeli gibi. Geçiştirip de yetiştireceğimiz yer ise, kestirmeli, kastırmalı bir diğer seramoni. İnsan sormadan edemiyor, "hiç düşünmez misiniz, sayın kendim?"

4 Ağustos 2008 Pazartesi

disconnected

yetmez kimi insana
ne yer, ne gök.
bir ince sızıdır elinden tutamadığınız,
kaçırırsınız!




a breaking heart in an empty apartment was the loudest sound I never heard ve kırılırken çok acayip bir ses çıkıyor kalpten.

1 Ağustos 2008 Cuma

güneş bulut

o uyurken odasına girip avucuna bıraktığınız öpücükler değişmez ama yatağın içinde önceleri minicik duran bedeni gittikçe değişir, büyür. kendi mimiklerinizi görürsünüz yüzünde. sizin gibi oturur, sizin gibi söze döküp sever. nesnelere komik isimler takma özelliğini sizden alır. kitaplığınızın önünde uzun saatler geçirir. dışarı çıktığınızda mutlaka bir kitapçıya girmek ister ve bir daha da çıkmaz istemez. "ne olacaksın büyüyünce" sorusuna verdiği "o değil bu olacağım, hayır şu olacağım, belki de bu olurum"lu cevaplarda, bir dönem mutlaka sizin mesleğinizin adı geçer. önceleri masal okuyun ister, siz nazlanırsınız; sonra ise siz masal okumak istersiniz, o "uykum var." der. birlikte yemek yerken, televizyon seyrederken ya da birşeyler okurken bir an ona döner ve sıcacık bir dua söylersiniz içinizden, bilir. kapısını aralayıp uyuyan yüzünü seyrederken söylediğiniz "canım"ları da duyar. çünkü; siz de duyardınız.

anne, baba, teyze, hala, dayı, amca, büyükanne ya da büyükbaba olabilirsiniz... fark etmez.
bir çocuğun büyüyüşüne şahit olmak, ağır çekim bir mucizeyi izlemektir.