23 Ekim 2014 Perşembe

Nesine?



Oldum olası çok severim sonbaharı. Hele eylülü. Karşı koyulması güç bir melankoli de getirir beraberinde ama ben hüznü de severim. Dört gözle beklerim sonbaharın dinginliğini. Bugün farklıydı ama... Erken çiçek açan kiraz dalları gibi bahara durdu kalbim. Baktığımda belli bir sebebi yok. Biraz daha yakından bakınca ise sevmelere doyamam sebeplerimi.

Hava ılıktı mesela bugün. Hala sonbahar ama baharı bir tutam fazla. Beşiktaş'a indim, nicedir gitmediğim pasajlara girdim. Kuytu köşelerdeki esnafın burnundan kıl aldırmayan tavrıyla sınandım. Turkuaz şahane de, hiç mi pazarlık payı yok arkadaşım? Yokmuş. Çay içip muzlu pasta yedim bir kafede. Bayatım ben, alma beni, diyordu camekândan. Dinlemedim. Yanılmadım da. Yıllar önce aynı köşede çay içtiğimiz arkadaşımı düşündüm. Hayatlarımızda değişenleri, hiç değişmeyenleri, ne değişirse değişsin değişmeyen bakışlarla birbirimizi dinleyebilişimizi. Özlemek takıldı boğazıma, kalktım. Rüzgar ılık, keyfim çakır, meydanın denize bakan tarafına yürüdüm. Çınarların altında oturdum, yirmi üç yıldır kalbi göğsümde atanı aradım. Deniz masmavi oldu sesi gülümsedikçe. Hayat kolaylaştı, telaş el etek çekti meydandan. Şehrin tüm kuşları aynı anda havalandı, ben güzelleştim o sevdikçe. Sonra, çok yıllar boyu çok yakın olduğum, zor yıllar boyu uzak düştüğüm, tamamen kaybetmek üzereyken ucundan kavradığım o yüreğin bugün anne olduğunu öğrendim. Haberi duyar duymaz içimden çıkan coşkun sevinç duraksattı beni. On üç yaşındaydım o an. Yere uzanmıştık bacaklarımız duvara dayalı. İki kanadı da açıktı odasındaki pencerelerin. Başlarımızın üzerinde tüller uçuşuyordu. Ağustosun son günleri serin rüzgarlar getiriyordu Karadeniz'den. Boyumuza büyük gelen hayatların düşü başımızı döndürüyordu. Hiç şüphe yoktu, çok aşık olacaktık. Çok aşk, çok güzel annelere dönüştürecekti bizi. Onun kızı minik burunlu, kıvırcık saçlı. Benimkinin bakışları az biraz muzur, kaçınılmaz olarak tombul yanaklı. Minyatür versiyonlarımızın hayalini kuruyorduk aslında. Tıpkı bizim gibi, çok iyi arkadaş olacaklardı. Biz pencerenin yanında kahve içerken, onlar bacaklarını duvara dayayıp hayal kuracaklardı. On üçüncü yaşımızın hatırası kurduğumuz hayale karıştı. Arayıp tebrik ettim. Nasılsın, dedim, gerçekten nasıl olduğunu merak ederek. Nasıl olduğunu anlattı bana, gerçekten nasıl olduğunu bilmemi isteyerek. Minik burunlu oğluna kardeşinin adını verdiğini söyledi, iki yanından sardık çok sevdiğimiz kardeşinin hatırasını. Canım, dedim, çok...çok mutluyum senin adına. Kalbimi bastım sesime. Bilsin istiyordum çünkü, araya giren mesafelere ve kaybettiğimiz onca şeye rağmen, saçları birbirine karışmış, tavanı seyreden iki kızdan biriydim hâlâ. Gülümseyen sesinde buldum o anı, yanıma uzanmış elimi tutuyordu. Eve döndüm sonra. Uzaklardan ses verdi bugün burnumu sızlatan. Bir türkü dinledim, seni nasıl da gülümsetirdi diye düşündüm, dedi. Daha türküyü dinlemeden gülümsedim. İnce bellerden hayfını alamayanların ahı da sebep olanların başına. 

Böyleydi işte bugün. Şimdi düşününce, daha ne olsun, değil mi? Daha da olsun, hep olsun, hep daha güzeli olsun. 

Hiç yorum yok: