24 Şubat 2012 Cuma

Yaratıcı Yazarlık Kursu - Hikaye I - Bir An












Yürüyorum.

Yedi yıl önce ağaçların altında bıraktığımı, bordo bir koltuğun kadifesine yaslı otururken bulmak üzere olduğumdan habersiz, öyle savruk, yürüyorum.

Bir an önce evlerine dönmeye çalışan insanların telaşı ayaklarıma bulaşıyor. Benimse acelem yok. Bu saatleri seviyorum. Ne gün hükmünü yitirmiş henüz, ne karanlık teslim almış şehri. Arada kalmış bu bilinmezlik, hayal kurmayı henüz terk etmediğim vakitleri hatırlatıyor bana. O zamanlar ne kadar kolaydı inanmak.

Yaklaşan geceye sırtını dayamış rüzgâr, keskinleşiyor. Ceketimi bedenime biraz daha sarıyorum. Yanından geçtiğim söğüt ağacına takılıyor gözlerim. Rüzgâr saçlarını birbirine karıştırıyor, ölesiye güzel. Kaldırımın ötesindeki kafenin camla kaplı duvarından sokağa taşıyor ışıklar. Elinden tuttuğu çocuğu peşinden sürükleyerek yürüyen kadına yol vermek için duraksıyorum bir an. O çocuk olduğum günlerin hatırası kolumu acıtıyor. Dirseğimi ovuşturuyorum. Tam devam etmek üzereyken yoluma, birden onu görüyorum.

Işığın sokağa döküldüğü yerde, yüzü elindeki kitaba eğik, hala o bildiğim adammış gibi, öylece oturuyor. Göğüs kafesimi yırtıp ona koşmak istiyor kalbim, saçlarından yakalıyorum.

Taş çatlasa beş adım var aramızda, ona çıkarıyorum. Birini fark etmeden diğeri başlamış mevsimlere, heybemden taşan hayal kırıklıklarına, sarmalandığı bulutlardan aşağı bırakılmış yirmi sekizinci yaşıma yer açıyorum. Sırtım söğüdün emniyetine yaslanıyor. Bin yıl olmuş başımı kaldırıp onu görmeyeli. İçimi tutmakta olan bu kıyametin yerinde ne vardı bunca vakittir?

Ne zaman kaybetse kendini böyle kelimelerin dünyasında, yağmur toplayan bulutlar gibi çatardı kaşlarını. Başka birisi olmak istediğini bana söylediği o gün de gözlerinde fırtına vardı. Hep oturduğumuz ağaçların altında, yüzüme hiç bakmadan anlatmıştı. Bilmediği şehirlerin sokaklarını özlüyordu kalbi. Bir gitmek tutuşmuştu içinde, dindiremiyordu. Beni bırak, dedi. Gidip kendimi bulayım. Bıraktım.

Okuduğu kitabın sayfasını çeviriyor. Sütsüz ve şekersiz kahveyle dolu olduğunu adım gibi bildiğim fincana uzanıyor. Fincanın yanında siyah bir cüzdan, siyah bir kalem ve evimin anahtarını hiç taşımamış anahtarlık var. Bir de, eğer değiştirmediyse, numarasını hala ezbere bildiğim telefon. Bir insanla tanışıklığımızın tazeliği, eşyalarına aşinalığımızla ölçülüyor, ne tuhaf. Bilmek istiyorum o cüzdanı. Anahtarların metal ağırlığını avucumda tartmak istiyorum.  Hangisi, hangi kapıyı açar? Kapıların ardındakileri bilmek istiyorum.

Bugün de buruşturur muydu yüzünü bir yudum alsa kreması bol kahvemden? Evden çıkması gereken vakitten beş dakika öncesine mi kurar hala saatini? Kitapların içine notlar yazar, sayfalarını kıvıranlara kızar mı yine?

Artık kimsenin hatırlamaya vakit ayırmadığı bir zamanı ararken ben yüzünde, gözlerini kaldırıyor. Şaşkın ve kıpırtısız bir bakışla aralanıyor dudakları. Bir ikindi üzeri beliriyor aramızdan. İki ayrı ucunda oturduğumuz kanepe. Benim kucağımda kitabım, onda gazete. Birbirine değen ayaklarımız. Burada böyle otururken biz, hayat akıp geçse. Biz öyle istedik diye, tam da öyle olur sanıyorduk. O zamanlar ne kadar kolaydı inanmak.

Bir kadın giriyor kafenin kapısından. Beyaz şalının omuzlarını sarışındaki zarafetten belki, anlıyorum kime geldiğini. Ona doğru yürüyüşlerimde yüzümde taşıdığım gülümseyiş şimdi bu kadının yüzünde ışıldıyor. Gözlerime bakmaktayken o hala şaşkın ve kıpırtısız, zarif dudakların kırmızısı yanağına değiyor. Hatırlıyor dudaklarım sabahtan akşama uzamış sakalların dokunuşunu. Alelacele birbirine değiyor kirpikleri, dağılıyor tereddüt. Tam başını çevirmek üzereyken, parçası olmadığım bir geçmişin aşinalığı yerleşiyor yüzüne. Masanın üzerindeki anahtarlara takılıyor gözlerim. Canım acıyor.

Koşar adım uzaklaşıyorum oradan. Kolumda beni çekiştiren dünün acısı. Dirseğimi ovuşturuyorum. Topuklarımdan dökülen sesler kaldırıma dağılıyor.  Dönüp bakmıyorum. Çok zaman oldu arkama bakmamayı öğreneli. Bir an unuttum. Sırtımı yasladığım söğüt tenhasında, sadece bir an.

21 Aralık 2011
K.


Hiç yorum yok: