öğrenme teorilerine göre, insan zihni kategorizasyon sistemiyle çalışıyor. bilgileri ana başlıklar altında, benzerliklere göre sınıflıyor. yeni bilgi, var olan kategoriler taranarak en uygun olana yerleştiriyor. eğer uygun bir kategori henüz yoksa, yeni bir başlık oluşturuluyor. örneğin ilk kez
katana gören biri bu bilgiyi 'kesici aletler' kategorisinde depolayabilir ya da 'japon kılıçları' adı altında yeni bir başlık açabilir, falan filan...
kategoriler iyi, güzel. öğrenmemizi kolaylaştıyor, dünyayı algılama sürecimizi organize ediyor. tamam, o da güzel. amma velakin bu kategoriler insan zihninin tehlikeli dehlizlerinde can sıkıcı şekiller alabiliyor. örneğin, sen bir katanaysan, ömrünün sonuna kadar katanasındır. kimse senden başka bir şey olmanı beklemez ve sen de başka bir şey olmayı bilmezsin zaten. bir ucundan vakur bir süzülüşle girdikleri fabrikanın diğer ucundan jilet olarak çıkan emektar gemilerle ortak bir kaderleri var mıdır katanaların bilmiyorum ama varsa bile e o zaman da artık jiletsindir. yine malzeme belli. ama efendim insan öyle mi?
insanoğlu için 'bir' şey olmak imkansız ve beraberinde 'o şey' kalmak da hayal. oysa bunu birbirimizden beklemekte mahsur görmüyoruz. birine 'bir şey' adı veriyoruz ve sonra kafamızdaki 'o şey'e yakışmayacak(!) şekilde davrandığında, göğüs üzerinde birleşmiş kaşı kalkık kollarla 'nıck nıck nıck'...
diyelim ki birine
dürüst dedik. kafamızdaki dürüstlük kategorisinin dışına çıkacak bir davranış sergiledi mi fakir, haydi bakalım
sahtekar oluyor. insan bir şeyden, o şeyin tam tersine nasıl dönüşür düşüneduralım, o her bir şeyin, her bir insan evladının o güzel zihninde farklı sınırlara göre kategorize edildiğine mi yanarsınız, yoksa yönünüzü çizmeniz için o cânım beyindeki elektriksel aktivite dışında bir yol haritanız olmadığına mı?
övgü mahiyetindeki etiketler mesela, çok şaşırtmacalı bir düzende işliyor. 'yardımsever' dediyse size biri bir vakit, siz de gülümseyerek göğsünüzdeki rozetlerin arasına iliştirdiyseniz bu etiketi, sizden bir talepte bulunduğunda reddetmeniz veyahut tereddüde yeltenmeniz büyük kepazelik. tıpkı, sipariş etmediğiniz halde gelen tatlıyı afiyetle mideye indirdikten sonra hesaba eklendiğini görünce
gık demeye hakkınız olmadığı, garsonun 'yerken iyiydi ama' mealindeki bakışları altında hesabı paşa paşa ödediğiniz gibi, göğsünüzdeki rözeti etinize batıra batıra yardımsever biri oluveriyorsunuz. ben derim ki, sipariş etmediğiniz tatlıları yemeyin. canınız çekti ve yediyseniz ödeyin o zaman. yerken-iyiydi-ama-bakışlı- garson haklı.
bu şu demek; 'ay sen çok yardımsever bir insansın cicim'leri '
ahım, öhüm, hihim, biz ailecek böyle yetiştik efenim, benim paşa dedem de pek kalender meşrepti ki bunun konuyla ilgisi yok. demem o ki bizde yardımseverlik genetik. ehim, öhüm.'le cevaplarsanız oltayı yuttunuz, artık o kişiye bir 'yardım sevme' borçlusunuz. '
yok efenim, kim olsa yapardı. hem inanır mısınız, bazen canımın hiç istemediği de oluyor, bakmayın bugün öyle içimden geldi.' derseniz, bir umut yırtma ihtimaliniz var.
bu yardımı sevmeyelim, kimseye gram iyiliğimiz dokunmasın da demek değil ayrıca. mümkünse seveceğim yardımları kendim seçmek istiyorum hepsi o. demoklesin kılıcı gibi başımın üstünde sallanan geçmiş övgüler listesi ya da etiketler güdümünde sürüklendiğim iyiliklere gıcığım var.
bugün, burada, hepinizin huzurunda, bana yapıştırılmış bütün etiketleri reddediyorum. 'bir' şey olmayı başaramayacak kadar fazla 'şey'im. binaenaleyh, çok pis hayal kırıklığına uğratırım. sonra;
senden bunu hiç beklemezdim dersiniz,
'insan beklentiler listesini güncel tutmalı değil mi mirim, orjinal miydi seninki, netten direkt update yapabiliyor musun' derim.
bunu sana yakıştıramadım dersiniz,
'diymi diymi... indirime girince kaçırmayayım dedim ama rengi açmadı diymi', derim.
seni hiç tanımamışım ben dersiniz,
'herkes bir hamlede başaramıyor, yılma, tekrar dene', derim.
velhasıl-ı kelâm, zihnimizin dolambaçlı yollarına düşmeyelim, birbirimizi üzmeyelim.