Hatırlayabildiğim en eski anımda, annem bana yoğurda karıştırılmış pilav yediriyor. Pilav sıcak. Yoğurda keskin bir tat katmış. Balkonumuzun demirleri henüz yapılmamış. Annemle biz balkonda oturuyoruz. Evimizde inşaat devam ediyor. Ben yetişemiyorum annemin ağzıma yaklaştırdığı kaşıklara. Acelesi var annemin. Annemin hep acelesi oldu. Yapılacak işleri. Yetişecek yerleri. Yaşayacak bir hayatı. Ama iki arada bir derede, en meşgul zamanlarında bile, bulduğu yerde sımsıkı sarılır, öpüp koklardı beni. Sonra yine düşerdi işlerinin peşine. Bu yüzden hep sevildiğini bilen bir çocuk oldum ben. Sevilebilirliğine inanan ama yalnız bir çocuk. Yani "Bir fırsatı bulunabilse, ne biçim sevilebilir bir insanım ben" kişisi. Fırsatlar ve mümkünler dengesi.
Birinin ilk anısında yer almak güzel. Bir arkadaşım dedi ki geçen; "Anne güzel şey, kim bilir anne olmak ne güzeldir." Hala olmak dediriyor ki bana; çok...pek çok güzeldir. Hesaplar ortalama üç yaşında olduğumu işaret ediyor o yoğurtlu pilav günü. Şimdi benim yeğenim üç yaşının biraz üstünde. İçime katasım geliyor onu her gülüşünde. Annem beni nasıl sevip koklamasın.
Öyle. Bu aralar ilk anılarımı düşünüyorum. Birazını hatırlıyorum, birazını da hatırladığımı sanırken yazıyorum muhtemelen. Ama bana iyi geliyor onları düşünmek. Sonra o çok hasta olduğum, biz misafirlikteyken anneme getirilen buzlu suyu o arkasını dönüverince hüüp diye içişimin gecesini düşünüyorum. Bademciklerim şişip nefes borumu kapatmıştı da, nefes alamaz alamaz nefes almıştım hep. Geceyarısı telefonla uyandırılan doktor "Kalemle delin boğazını" demişti de, annem kıyamamıştı bana. Sabaha kadar havlu ütüleyip sırtıma koydu, Viks sürdü çocuk göğsüme. "Ağlama kızım, bak iyi gelecek, ağlamazsan düzelecek."İnandım ağlamazsam düzeleceğine. Anneler söyler, biz inanırdık. Bildiğim en uzun ağlamayı ağlamak isterken o gece, ağlamadım. Annem düzelecek dedi, demek ki düzelecekti. Düzeldi.
Annem tembih ederdi biz bir yere gitmeden önce. "Yaramazlık yapma, yanımdan ayrılma. Uslu otur, tamam mı?" Tamam. Hep tamamdı. Çünkü en ussuz oturmak istediğim zamanlarda, annemin gözleri hatırlatırdı bana usumu nerede bulacağımı. Eve dönünce sorardım "Anne uslu durdum mu?". "Durdun kızım, aferin. Çok olgundur benim kızım." Öyle önemliydi ki annemin aferini. Ağlamazsam geçeceğine inanan yanım, yaşından olgun olmayı da iyi bir şey sandı.
Çocukluk anılarımı ziyaret ediyorum son günlerde. Hepsi anneme çıkıyor. Belki hatırlamaya ihtiyacım var kuşatıldığım sevgiyi. Belki zor geliyor... Kesinlikle zor geliyor uzağında olmak. Olacak olmak. Ama olmak lazım. Bir var olma biçimi olarak olmak.
Sonra...
İşte böyle, kar yağıyor durduk yere sonra. Gidip gidip geri geliyor kar. Zaafına yenilen bir sevgili gibi. Terk edemiyor ama mütemadiyen terk etmeyi deniyor şehri. Ne zaman kar yağsa, ben durup seyrediyorum. Nasıl ki bir insan konuştuğunda, susup dinliyorum. Öyle durup seyrediyorum. Bir kelimesi var karın, dilimin bilmediği. Ama aklımın bir yeri biliyor o kelimeyi. Ben çekiliyorum kenara, onların birbirlerini bilmelerini seyrediyorum. Gidip gidip gidemeyen bir sevgilinin hep geri gelmesi ve bilinmenin sefasına kendini bırakması gibi.
Öyle... Bu aralar sık sık annemi düşünüyorum.
28 Şubat 2012 Salı
26 Şubat 2012 Pazar
Yaratıcı Yazarlık Kursu - Hikaye II - İlk Yaz
İlk Yaz
Onu ilk gördüğümde sekiz
yaşındaydım. Kalbimi kırdığında on bir.
Bodur meyve ağaçlarına tırmanır,
mevsimin ilk meyvelerini toplardı alelacele. Hasan amca yakalarsa yandık. En
güzelleri de hep onun ağaçlarda olurdu. Eteğimi iki ucundan tutup sepet
yapardım içine atsın diye. Birini mutlaka başıma atardı. Yanlışlıkla. Ağzı öyle
derdi ya, kahkahası başka. Meyveleri oracığa döküp kaçmak gelirdi içimden. Ama
o bulurdu bir yolunu yüreğimi hoplatmanın. Bırakırdı dallara tutunmayı, düştü
düşecek. “Valla bak, valla yanlışlıkla!”
İnanırdım hep ona. Nasıl inanmazsın ki. Kalemtıraşımı unuturum, o verir. Portakalını
ikiye böler üçüncü teneffüs, bayrak direğinin orda yeriz. Bir bakmışsın misket
kadar bir kâğıt düşmüş önüme dersin ortasında. “Ahmet’in abisi uçurtma
uçuracakmış şelalenin orada öğlen. Gidelim mi?”
Giderdik. Beş -altı çocuk. Uçurtma
yükseldikçe içimiz kanatlanırdı sanki. Sırayla verirlerdi bize de ipi bazen. Ona
sıra gelince kısacık tutar, hemen bana verirdi. Bilirdi ne kadar severdim
uçurtma kaçsın ben tutayım. O uçsun ben peşinden koşayım. Kovalardı kahkahası
beni. Gülüşüm yüzüme büyük gelirdi.
Ne zaman meydandaki çınarın
altında oturup çekirdek yesek, köye taşındıkları sene kırdığım tel arabasından söz
açardı. Babası sonra bir tane daha yapmıştı ama illa o araba. Bilirdi ya
üzülürdüm, hep onun için. “Ya…. Ali ya!” Baktı ki asılıyor suratım, omzuma
vururdu omzunu. “Şaka bak, valla şaka.” Hep gülmeyeceğim öyle kolaycacık derdim
içimden ama dinleyen kim. Bir bakmışsın, yüzüm gözüm gülücük.
Koyuna giderdik bazen. Ben
yorulurdum vadi boyu yürümekten, o koşardı da ter bile dökmezdi. Bir cebine
tuzluk koyardı, öbürüne beş tane badem. Üçü benim, ikisi onun. İçimiz yandıkça
yerdik. Elinde bir sırık, dönerdi etrafında kuzuların. Sanki vuracak. Sanki doğduğu
gün annesi ona vermemiş o kuzuyu. Sanki kucağında kuzu, iki evin arasındaki çit
boyu koşup adımı bağırmamış. “Bak, Sare! Bak!”
Adımı bağırdığında iyiydi de, ilkokulu
bitirdiğimiz yaz çok kötü bağırdı Salih’e. Ben dedim ki “Çiçek ne güzel.”
Çeşmenin orada duruyorduk öyle. Çalı topluyordu herkes ilerideki ağaçlıkta,
ateş yakıp mısır közleyecektik. Salih de benim yanımda. Yandaki çimenlerin üstünde
bir çiçek gördüm. Ama nasıl güzel. Sarı yaprakları böyle kadife gibi. Dedim
“Çiçek ne güzel.” Salih de kopardı, bana verdi. “Senin olsun.” dedi. Nerden
çıktı Ali, anlamadım. Bir bağırış kopardı, “Salih!” diye. Baktım geliyor, atmış
çalıları bir yana. Uzun bacaklarını aça
aça yürüdü mü kimse yetişemezdi ona. Bir solukta yanımızda bitiverdi. “Niye yardım
etmiyorsun sen?” dedi ama bağırıyor. Eliyle de itti galiba Salih’i. Tam
göremedim, Ali önümdeydi. Ama bir adım geri attı Salih. Sanki düşecekmiş de
toparlamış gibi. “Toplayamadın mı iki tane dalı, ne var?” dedi. Bu sefer gördüm,
iki eliyle birden itti Ali. Ben tutuyorum kolundan “Ali yapma, Ali!” Ama ne
fayda. Yere düştü Salih. Başını da yerde bir taşa çarptı. Kan görünce korktum
ben. Ama Salih korkmadı. Bir hamlede ayağa kalkıp Ali’nin üstüne atladı.
Birlikte düştüler yere bu sefer. Toz toprak havalandı onlar boğuşurken. Yakup
amca koştu kahveden, sonra birkaç kişi daha. Ayırdılar bunları. İkisi de soluk soluğa.
Ne olup bittiğini anlamaya çalışırken herkes, kollarını silkeleyip kurtuldu Ali
onu zapt edenlerden. Evin yoluna doğru yürümeye başladı hızlı hızlı. Koştum
arkasından, “Ali.” dedim. “Ali!” Öyle hızlı gidiyordu ki, nefessiz kaldım
yetişeceğim diye. “Ali dur, Ali.”
Durmadı. Kızdım ben de, ne vardı şimdi kavga çıkaracak. İki çalı toplanacaktı.
Bana söylese ben de yardım ederdim. Hem Ali hiç kaçmazdı ki işten. Neydi bu şimdi? Bıraktım
arkasından koşmayı. Duydu beni, istese yavaşlardı. Yolun dibinden seyrettim
bayırı çabucak tırmanışını. Yarın sorarım ona ben, dedim içimden.
Yarın soramadım ama. Koyuna
gidiyordu, gördüm. Kırık çitin üstünden atlayıp yola geçtim, “Ben de geleyim
mi?” Elindeki sırığı toprağa sürüyordu, “Yok, gelme.” dedi. Ne başını kaldırdı, ne
durdu. “Uzak çayıra gideceğim. Yorulursun.” Gitmedim ben. Ama cebinde kaç badem
vardı, merak ettim. Ertesi akşam çekirdek doldurdum mendile, çınarın oraya
gittim. Yoktu Ali. O yaz hiç meyve yemedim. Uçurtmaları evin oradaki tepenin
üstünden seyrettim ama şelaleye inmedim.
Yaz sonuna doğru bir gün,
çeşmenin orada gördüm Ali’yi. Yine selam vermeden geçer sandım ama geçmedi.
Elleri cebinde durdu biraz ötede. Kaldırmadı gözlerini. “Ankara’da
okullar…Dayım dedi... Daha iyi burada, gel burada oku, dedi.” Elim titredi, tutamadım
maşrapayı. Yere bıraktım. Başımı
kaldırsam ağlayacaktım. “İyi,” dedim. “Okumak güzel.” Ayakkabısının ucunu çeşmenin taşına sürttü
birkaç kez. “Öyle. Okumak güzel.” Gözümün ucuyla baktım, daha bir şey diyecek
mi? “Şaka bak, valla şaka,” desin istedim. Ama demedi. Elini çıkardı cebinden, bana
uzattı. Mendile sarılı bir şey koydu avucuma, sonra dönüp yürümeye başladı. Düğümü
çözüp açtım mendili. İçindekiler yere dağıldı. Yeni toplanmış incirler, sütü
sapından damlıyor. Ali’ye baktım, Ali bayırı yarılamış, çabucak tırmanıyor. Koştum
arkasından, “Ali.” dedim “Ali!” Durmadı. “Ali!” Duydu beni ama durmadı Ali.
15 Şubat 2012
K.
fotoğraf :“Museum in ruins” in Elvas (Portugal). Artwork by Alexandre Farto aka Vhils and MaisMenos.
fotoğraf :“Museum in ruins” in Elvas (Portugal). Artwork by Alexandre Farto aka Vhils and MaisMenos.
24 Şubat 2012 Cuma
Yaratıcı Yazarlık Kursu - Hikaye I - Bir An
Yürüyorum.
Yedi yıl önce ağaçların altında bıraktığımı, bordo bir koltuğun
kadifesine yaslı otururken bulmak üzere olduğumdan habersiz, öyle savruk,
yürüyorum.
Bir an önce evlerine dönmeye çalışan insanların telaşı ayaklarıma
bulaşıyor. Benimse acelem yok. Bu saatleri seviyorum. Ne gün hükmünü yitirmiş
henüz, ne karanlık teslim almış şehri. Arada kalmış bu bilinmezlik, hayal
kurmayı henüz terk etmediğim vakitleri hatırlatıyor bana. O zamanlar ne kadar
kolaydı inanmak.
Yaklaşan geceye sırtını dayamış rüzgâr, keskinleşiyor. Ceketimi
bedenime biraz daha sarıyorum. Yanından geçtiğim söğüt ağacına takılıyor gözlerim.
Rüzgâr saçlarını birbirine karıştırıyor, ölesiye güzel. Kaldırımın ötesindeki
kafenin camla kaplı duvarından sokağa taşıyor ışıklar. Elinden tuttuğu çocuğu
peşinden sürükleyerek yürüyen kadına yol vermek için duraksıyorum bir an. O
çocuk olduğum günlerin hatırası kolumu acıtıyor. Dirseğimi ovuşturuyorum. Tam
devam etmek üzereyken yoluma, birden onu görüyorum.
Işığın sokağa döküldüğü yerde, yüzü elindeki kitaba eğik, hala o
bildiğim adammış gibi, öylece oturuyor. Göğüs kafesimi yırtıp ona koşmak
istiyor kalbim, saçlarından yakalıyorum.
Taş çatlasa beş adım var aramızda, ona çıkarıyorum. Birini fark etmeden
diğeri başlamış mevsimlere, heybemden taşan hayal kırıklıklarına, sarmalandığı bulutlardan
aşağı bırakılmış yirmi sekizinci yaşıma yer açıyorum. Sırtım söğüdün emniyetine
yaslanıyor. Bin yıl olmuş başımı kaldırıp onu görmeyeli. İçimi tutmakta olan bu
kıyametin yerinde ne vardı bunca vakittir?
Ne zaman kaybetse kendini böyle kelimelerin dünyasında, yağmur toplayan
bulutlar gibi çatardı kaşlarını. Başka birisi olmak istediğini bana söylediği o
gün de gözlerinde fırtına vardı. Hep oturduğumuz ağaçların altında, yüzüme hiç
bakmadan anlatmıştı. Bilmediği şehirlerin sokaklarını özlüyordu kalbi. Bir
gitmek tutuşmuştu içinde, dindiremiyordu. Beni
bırak, dedi. Gidip kendimi bulayım.
Bıraktım.
Okuduğu kitabın sayfasını çeviriyor. Sütsüz ve şekersiz kahveyle dolu
olduğunu adım gibi bildiğim fincana uzanıyor. Fincanın yanında siyah bir cüzdan,
siyah bir kalem ve evimin anahtarını hiç taşımamış anahtarlık var. Bir de, eğer
değiştirmediyse, numarasını hala ezbere bildiğim telefon. Bir insanla
tanışıklığımızın tazeliği, eşyalarına aşinalığımızla ölçülüyor, ne tuhaf.
Bilmek istiyorum o cüzdanı. Anahtarların metal ağırlığını avucumda tartmak
istiyorum. Hangisi, hangi kapıyı açar?
Kapıların ardındakileri bilmek istiyorum.
Bugün de buruşturur muydu yüzünü bir yudum alsa kreması bol kahvemden? Evden
çıkması gereken vakitten beş dakika öncesine mi kurar hala saatini? Kitapların
içine notlar yazar, sayfalarını kıvıranlara kızar mı yine?
Artık kimsenin hatırlamaya vakit ayırmadığı bir zamanı ararken ben
yüzünde, gözlerini kaldırıyor. Şaşkın ve kıpırtısız bir bakışla aralanıyor
dudakları. Bir ikindi üzeri beliriyor aramızdan. İki ayrı ucunda oturduğumuz kanepe.
Benim kucağımda kitabım, onda gazete. Birbirine değen ayaklarımız. Burada böyle otururken biz, hayat akıp geçse.
Biz öyle istedik diye, tam da öyle olur sanıyorduk. O zamanlar ne kadar kolaydı
inanmak.
Bir kadın giriyor kafenin kapısından. Beyaz şalının omuzlarını
sarışındaki zarafetten belki, anlıyorum kime geldiğini. Ona doğru
yürüyüşlerimde yüzümde taşıdığım gülümseyiş şimdi bu kadının yüzünde ışıldıyor.
Gözlerime bakmaktayken o hala şaşkın ve kıpırtısız, zarif dudakların kırmızısı
yanağına değiyor. Hatırlıyor dudaklarım sabahtan akşama uzamış sakalların
dokunuşunu. Alelacele birbirine değiyor kirpikleri, dağılıyor tereddüt. Tam
başını çevirmek üzereyken, parçası olmadığım bir geçmişin aşinalığı yerleşiyor
yüzüne. Masanın üzerindeki anahtarlara takılıyor gözlerim. Canım acıyor.
Koşar adım uzaklaşıyorum oradan. Kolumda beni çekiştiren dünün acısı. Dirseğimi
ovuşturuyorum. Topuklarımdan dökülen sesler kaldırıma dağılıyor. Dönüp bakmıyorum. Çok zaman oldu arkama
bakmamayı öğreneli. Bir an unuttum. Sırtımı yasladığım söğüt tenhasında, sadece
bir an.
21 Aralık 2011
K.
23 Şubat 2012 Perşembe
Derealization
İnsan niye yola çıkar?
Yol seviyordur belki. Bir yere gitmesi gerekmektedir. Bir yere gitmesi gerekmemektedir ama gidesi gelmiştir. Kalmak yoruyordur artık. Kalmaktan sıkılmıştır. Bulmuştur da bunamıştır. Başka bir telaş özlemiştir kalbi, yolda bulunur sanmıştır. Darda kalmış, daralmış; feraha doymuş, bunalmıştır. Odur budur ya da şudur. Her ne olursa olsun; yol yoldur ve ayrılık ateşten bir oktur.
Yol yoldur ve ben benim ya. Hiç gitmemiş, gönderilmemişim ya. Bu hal bir değişik. Birini yola hazırlıyoruz ama kimi. En tatlı birini. İlk harflerin kafası karışık.
Çok otomatik gidiyor her şey. Hedefe kilitli. Düzenle. Ayarla. Planla. Bugünü tamamla, yarını hesapla. Sanki giden gidecek ve biz arkasından mendil sallayıp bir çay koyacağız. Hep yaptığımız gibi beklemeye koyulacağız.
Yol seviyordur belki. Bir yere gitmesi gerekmektedir. Bir yere gitmesi gerekmemektedir ama gidesi gelmiştir. Kalmak yoruyordur artık. Kalmaktan sıkılmıştır. Bulmuştur da bunamıştır. Başka bir telaş özlemiştir kalbi, yolda bulunur sanmıştır. Darda kalmış, daralmış; feraha doymuş, bunalmıştır. Odur budur ya da şudur. Her ne olursa olsun; yol yoldur ve ayrılık ateşten bir oktur.
Yol yoldur ve ben benim ya. Hiç gitmemiş, gönderilmemişim ya. Bu hal bir değişik. Birini yola hazırlıyoruz ama kimi. En tatlı birini. İlk harflerin kafası karışık.
Çok otomatik gidiyor her şey. Hedefe kilitli. Düzenle. Ayarla. Planla. Bugünü tamamla, yarını hesapla. Sanki giden gidecek ve biz arkasından mendil sallayıp bir çay koyacağız. Hep yaptığımız gibi beklemeye koyulacağız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)