Kimi şarkıları kimi anıların arasına koyup katlıyoruz. Sonra bir yerde duyunca o şarkıyı, anılar dökülmeye başlıyor raflardan. Kimi insanların sesleri içimizin unutulmuş yollarına çıkıyor. Mazhar şimdi elimden tutmuş ah bu ben diyor, kendimi nerelerde bulsam. Hayat acayip. Ve kelimeler. Şarkılar da öyle. Hepsinin bir araya gelip aklı alıp gittikleri yerler hele. Her şey başka acayip.
Duygularsa pek başlarına buyruk. Anlatırken biri 'şöyle oldu, böyle bitti', ortaya çıkıyorlar neye uğradığını anlayamadan. Benim bile değillerken üstelik, dalıveriyorlar geçmişin odalarına. Hey anılar, sizden bahsediyorlar, çıksanıza. Çıkmayın. Saçmalamayın. Lavanta gibi iliştirip şarkıları yakanıza, katlamadım mı ben sizi tek tek? Ayak altında ziyan olmayın diye katlayıp da kaldırmadım mı özenerek? Şimdi bir deli bozuk vaveyla kopardı diye, etmeyin. Sokaklardan toplatmayın bana kendinizi. Ne size katacak o kadar şarkım var artık, ne de hepinizi en baştan katlayacak takatim. Hadi kalkın da yerinize yatın, üşüyeceksiniz.
14 Ekim 2014 Salı
30 Ağustos 2014 Cumartesi
ölümünden değdim yaşamına
Benden iki yıl sonra doğmuş, beş gün önce öldü. Ömrünün şahit olduğum tek yeri ölümüydü. Bir filmi geri sarar gibi dönüp ondan kalanlara baktım. Gördüğü mekanları çalakalem çizmeyi, yanlarına notlar düşmeyi, Nazım Hikmet'i kendi sesinden dinlemeyi severmiş. Karalamaktan, satır kaydırmaktan, okunaksızlıktan korkmazmış. Nevruzu, Londra'yı, sokakları, denizi, göğü, kuzey ormanlarını, geçmişi, reddetmeyi ve hatırlamayı bilirmiş. Kitap okurken bazı satırların altını, bazı satırların üstünü çizermiş. Hatıralarını fotoğraf, resim ve kelimelerle saklarmış. Adı kısa, soyadı birleşik, gözleri kadraj, kelimeleri gelişigüzelmiş. Sarı çocuk saçları varmış, henüz ölmeye niyeti yokmuş. Adada yaşama hayali kurarmış, bir anakaranın tam ortasına gömülmüş.
9 Ağustos 2014 Cumartesi
Eski Çamlar ve Bulutlar
On üç - on beş yaşlarındayken söz vermiştim kendime, gün batımlarını kaçırmayacaktım. "Günün en güzel saatleri bunlar Lavinia, yanımda kal" derdi Özdemir Asaf, ben düşünürdüm günün en güzel saatleri...hangileri? Ve karar vermiştim bir akşamüstü, günün güzelliği batışındaydı. Eteklerini toplamış koşar adım inerken gecenin merdivenlerinden, üzerimize serdiği telaşsız tenhalıktaydı. Benim güzelliğim de toyluğumdaydı demek... İnsanın kendisine verdiği sözlerle sınandığını bilmiyordum. Bir yolun başında durup sonuna türkü yakılmayacağını... Asıl hesaplaşmanın, kapıyı dünyanın üstüne kapatıp kendinle kaldığında başladığını... Her hesabın altında öyle kolay kalkılamadığını... Ve kendinle halleşmeden, bir zıkkım yapamayacağını...bilmiyordum.
Gün hala güzel batıyor, ben hala hayran kalıyorum. Ne zaman aklıma gelse başımı göğe kaldırmak, hiç pişman olmuyorum. Rüzgarlı şehrimin bulutlarını çok seyrettim çimenlere serip kendimi, ellerim başımın altında... Gün doğarken, tam batmak üzereyken, güneş en tepedeyken. Mavi, beyaz, mor. Ara sıra pembe. Şanslıysam gri. Bir de yağmur döktü mü, sefa...
Diyeceğim o ki...diyemeceğimin üstüne bulutları bastım bugün. Bir gün beraber gün batımı seyredelim.
24 Haziran 2014 Salı
daha neler neler var
Aynı şarkıyı döne döne dinlemek var.
Ne çok istediğini kaybedince anlamak var.
Umut etmek, hayal kurmak, hayal kırıklığına uğramak var.
Sağına denizi, soluna muhabbeti almak; çayın demini denizle açmak var.
Dünden bugünden, yarından; yirmi yıl önceden ve yirmi yol sonradan bahsetmek var.
Kimiyle hafifler hayat, kimisiyle daha ağır aksak... Kolaylaştıranları zorlaştıranlara yeğ tutmak var.
12 Haziran 2014 Perşembe
Daha Az Kasavet, Daha Çok Muhabbet
Bazı günler beklenmedik şeyler getiriyor.
Daha önce hiç duymadığım bir Ahmet Kaya şarkısına rastlıyorum mesela. Sesini sevdiğim...iliklerime işliyor.
Bir arkadaşım çıkıp geliyor, "aşk varmış" diyor, "oh dünya varmış" der gibi. Ohhhh diyorum, aşkını sevdiğim. Onun göğsüne dolan serinlik beni de yatıştırıyor.
Başka bir gün, başka bir can...kalbi hafifleten bir güzelliği var onunla muhabbetin. Ne çok gülermişiz birlikte. Çaresizce nasıl da güzelleşirmiş hayat. Uzaklar yakın olsa, yılda bir kereler haftada kaç kerelere vursa. "Keşke"nin "ah nerdeye" çalan yanı...keşke.
Bir telefon sesi. Ekranda beliren yüzü tebessüm vesilesi. "Evi tuttum". Sesinde kuşlar var, haberi yok. Kanatlarının rüzgarı saçlarımı uçuruyor. Bir bakıyorum, ıpışık kalbim.
Sonra bir gün. Günlerden başka bir gün. Bildiğim en yeşil gözler. Ettiğim en uzun dua. "Mezun oluyorum halacım". Kovaladığım minik adımlarının izi avluda. Dinlesem çocuk kahkahalarının yankısını hâlâ duyabilirim. Ne çabuk...
Sevdiğim kalbi sevdiği kalbe emanet etiğim gece, boğazın öte yanında yakılmış fenerler bırakılıyor gökyüzüne. Rüzgar bana doğru uçuruyor bir tanesini. Tanımadığım birinin dileğine iliştiriyorum dileğimi. İki "Amin" olup yükseliyorlar.
Haziran sokakları ıhlamur kokuyor. Ayak bileklerime dolanıyor yaz gecesi serinliği. Ciğerlerime hayat doluyor. Bir an...bir an için her şey daha kolay oluyor.
Herkesin başka başka renklerle yine de aynı hararetle birbirinden nefret ettiği bir dünya var. Bir de...bu anlar var. Durup fark ettikçe, içimize içimize çektikçe o anları, hafifler belki yaşamak. Çok istersek olar bence.
29 Mayıs 2014 Perşembe
Masal Arkadaşım
Ben küçükken günler çok uzundu. Çocukluğumun bir türlü bitmek bilmemesi bundandır. Evin en küçüğü ve nice vakitler sonra çıkıp gelmiş olanı olarak epeyce yalnız bir çocuktum. Oyun arkadaşım yoktu ama masal arkadaşım vardı. Babaannem. Beni süzme yoğurdum diye seven 'babannem'.
Çocuk bedenimden az daha cüsseli, mini mini bir kadındı. Annem ona banyo yaptırdığında bornoza sarar, kucağında götürürdü odasına. İlk gençliği boyunca o minicik kadının elinden çektikleri kilitli sandıklarda, sözü açılmazdı.
Saçlarını iki yana ayırır, öyle tarardı babaannem. Kurdeleden hallice kırmızı bir kumaş parçasını üçüncü dal yapar, örerdi saçlarını. Bize gazeteden kestirdiği Ahmet Özhan fotoğrafını da gömleğinin içine yerleştirdi mi, işi tamamdı. Hacca giderken aynı uçaktaymışlar, başlarıyla selamlaşmışlar. Senelerce katlanıp sinede saklanan muhabbetin hikayesi de bu.
Gündüzleri uyumasın, durmadan anlatsın isterdim. "N'olur uyuma, babanne! N'olur konuşalım!" Konuşalım dediğim de, sen anlat, ben dinleyeyim. Benim daha anlatacak neyim var ki? Dün bonibonun kapağından yine K harfi çıkmadı. O kadar.
Yorgun bedeni kıyamazdı çocuk nazlarıma. Dizinin dibine oturturdu beni. "Az konuşalım da... önce bir daha oku. Allahümme...salli alâ." Salli, barik, ettehiyyatü. Bir de Fatiha'yı öğretmişti bana. "Ben ölünce arkamdan okursun, e mi kızım?" Yutkunsam da geçmeyen bir şey takılırdı boğazıma. "Yaa, babanne öyle deme yaa..." Ne kadar çok kaçırırsam gözlerimi, ölüm o kadar uzak ihtimal olur sanırdım.
Hepi topu dokuz yıl nasibi vardı ömrümün babaannemden, bilmiyordum. İlk vedam olacaktı, gördüğüm ilk ölü. Bilmiyordum. Bildiğim şey konuyu çabucak değiştirmekti. Taşınmaz haller içreyken yan yollara sapma maharetim hep o günlerden. "Nişanlını anlatsana bana babanne."
Omzumun ötesinde bir yere bakıp gülümserdi. Şimdilerde babamın yüzünde izini bulduğum elmacık kemikleri allaşırdı kolayca. Ben ne sormuş olursam olayım, hep aynı anıdan başlardı hikayesini anlatmaya.
"Ablamla beni evde bıraktı bir gün annem, abimi alıp gitti. Akşama kadar karda oynadım çıplak ayak, çocuk aklı... Annemin kocaya kaçtığı günden bana astım kaldı." El kapılarında, eziyetle büyümüş. Sırtına bağlanan bebekler ağlasın da, anneleri gelip alsın diye çimdiklermiş onları çocukken. "Akılları başlarına gelince dediler beni...ne dayak yedim o gün."
Otobüsten düşüp ölen muavin nişanlısından bahsederdi sonra. Birbirlerini ne çok sevdiklerinden. Dedemin ona yaptırdığı büyüden. Kırk gün yoluna divane olup, kırk yıl yüzünü görmek istemediğinden. -Ki dedem, ne büyüye bulaşacak, ne de babaannemin sevgisizliğinden dert yanacak bir adam değildi. Babaannem onun hakkında ne söylerse söylesin, üstümde emeği çoktur der, kimseye laf ettirmezdi.
İhtimaldir ki, ölmüş nişanlısı da dedemin yaptırdığı büyü gibi sadece aklında yaşadı babaannemin. Mutsuzluğuna deva bir hayal kurdu ve gözlerinde masallar arayan torununa anlattı uzun uzun. İhtimaldir ki; hiç iflah olmadı annesinin gittiği gün içinde açılan yara. Merhametini incelten, şefkatini törpüleyen bir kötürüm kalp kaldı geriye. Ancak yaşlılığın tekrar yumuşatabildiği bir kalp...
Dokuzuncu yaşımdan üç gün almıştım henüz, ölüm geldi. Daha çok var sanıyordum ben. Konuları hızlı hızlı değiştirip, gözlerimi kaçırmakla meşgulken, hiç anlamadan...öyle birden, geldi. Gerçekten yaşadıysa eğer, otobüsten düşen nişanlısının öldüğü yoldan geçip gittik babaannemin cenazesine. Beni bildiği en beyaz şeye benzetip seven babaannem, bildiğim en beyaz şeylerden de beyaz, yatıyordu avluda. Fındık serip kuruttuğumuz taşlığı öyle bir ağlamak tutmuştu ki, korktum. Allahümme...salli alâ. "Oku" demişti annem. "Babaannen arkamdan okursun derdi ya, şimdi oku."
Emsalini daha önce görmediğim o kalabalık açıldı biz yürüdükçe. Tanımadığım yüzler içinden anneannemin yüzünü seçtim. Anneme bakıyordu. Omzuma dokundu biz yanına gidince. Üç yıl daha sefasını süreceğim, oğlundan hemen sonra, eşinden hemen önce, bir ağustos gecesinin yatsı ezanlarıyla veda edecek olan anneannemin eli omzumda, son kez baktım masal arkadaşıma.
Neden ağladığımı bilmiyordum. Ölmek, bir daha görememekti. Bir daha görememek, çok...çok özlemekti. Ben özlemek istemiyordum. Annemin ikimize de aldığı bonibonları kaseye döküp yatağının köşesinde yiyeyim, babaannem akşama saklasın, bütün torunları gelince aramızda bölüştürsün, abim gıdıklayınca nefessiz kalana kadar gülsün istiyordum.
Kalabalık bir kez daha açıldı, babaannemi bahçe kapısına doğru götürüyorlardı. Ben de arkasından yürümeye başlayınca, usulca omzumu sıktı anneannem. Durdum. Kapısını çaldıktan sonra gel demesini dahi zor beklediğim; kanepedeyse yanında, koltuktaysa tepesinde, uzanmışsa yatağının dibinde oturduğum babaannem giderken...durmaktı ölüm. O gün öğrendim.
23 Mayıs 2014 Cuma
Biz senin gençliğini de biliriz, Nasreddin Hoca.
Kendini hayal kırıklığına uğratmak fena iş, azizim. Başkası olsa, 'ne adamsın lan, bi git gözüm görmesin' der, yollarsın. Biraz zaman, biraz mesafe...atlatırsın gider. Ziiroo, nelerin üstesinden gelmiyor ki insan evladı? De...kendine nasıl yapacaksın bunu? Beraber yatıp, beraber kalkıyorsun. Mahallenin en gıcık, en dili zehir, en patavatsız teyzesi içine kaçmış gibi kemir kendini içten içe sonra. Elinde örgüsü, bıdı bıdı bıdı, basar insana beyinden beyinden. Hoff teyze, bi git allasen!
Ama neyse ki, Balkanlar'daki selin sorumlusu Bearded Lady'miş. Ben rahatladım şahsen kilisenin bu açıklamasını duyunca. Onu da üstüme alacaktım, ramak kalmıştı. Sen yine de rise like a phoenix, Conchita abla; dünya fani, ses gıcır.
Ama neyse ki, Balkanlar'daki selin sorumlusu Bearded Lady'miş. Ben rahatladım şahsen kilisenin bu açıklamasını duyunca. Onu da üstüme alacaktım, ramak kalmıştı. Sen yine de rise like a phoenix, Conchita abla; dünya fani, ses gıcır.
11 Nisan 2014 Cuma
Geçen kış
Söz dinliyor şu Aysel. Git başımdan dedim, gitti. Bu kış, söz dinlemeyenlerle geçti. Beklemekle. Oyalanmakla çokça. Unutmakla. Ertelerken unutulmasına izin vermekle. Nadiren umutla. Bir türlü kabul edememekle. Barışmaya çalışmakla. Kâh başarıp, kâh toslamakla. Arkadaş yolu gözlemekle. Vuslatı kabil olanların muhabbetiyle. Olmayanları daha büyük özlemekle. Bir türlü halleşemediğim suçluluk duygularını derine gömmekle. Varmış gibi duygunun kuralı, kitabı; aa, oldu mu ama şimdi demekle. Olanları beğenmemek, olmayanları olduramamak, beterinden korkmak ve kısılıp kalmakla.
Uçurum kenarlarına filan gitmedim. Karanlıktı diye düşmem tarihe bu kışı ama yazmak için aydınlık şeyler beklerken yazamamakla geçti mevsim. Yerim dardı işte.
Uçurum kenarlarına filan gitmedim. Karanlıktı diye düşmem tarihe bu kışı ama yazmak için aydınlık şeyler beklerken yazamamakla geçti mevsim. Yerim dardı işte.
19 Ekim 2013 Cumartesi
aysel git başımdan
bazı gecelerin çağrışım bağları kendilerinden müstakil. çok katlı. deniz manzaralı. püfür, ferah, savruk. mesela bağımlılık ne enteresan mevzu. insan meyletmeye görsün. arzu nesnesi bol. e tabi sonra gelsin yoksunluk belirtileri -çünkü her şeyin bir sonu var- gitsin sefa sanrıları -çünkü sefa da bi her şey bi yerde-. sonracıma, mertlik ne menem bi nane. varlığı ve yokluğu kafa üstünde taşınan tabelalarla ilan edilebilseymiş süper olurmuş. tabelasızlık zaman kaybı. başka kayıplar da veriyor insan yolda da her kaybın defniyle de uğraşılmıyor. ömür matemle geçecek yoksa. matemler uzamasın diye yokluğun üstünden atlar olduk. hayat bir seksek müsakabasına döndü sonra. bazıları bunu yanlış anladı. geçelim. bi de şu üşenmek var, başa bela. tozlu bardaklardan su içirtir. anneannem, üşenenin çocuğu olmaz dermiş. vizdım sahibi kadınmış, vesselam. teknik ayrıntı sadeliğinde cümle, küt...al sana derin mana zannı. hani hiç biyoloji bilmesek, anneannem hal-i pür melalimi tee o vakitlerden arz eylemiş diyeceğiz. neyse ki mürekkep yalamışlığımız var. yani sebep kimyasal zehirlenmeye de dayanıyor olabilir. bu sebep de alem olgu. her kapıya dayanmasa olmaz. olasılık kadar canımızı yakan başka ne var? diyeceğim o ki; durum feci halde aysel git başımdan.
13 Eylül 2013 Cuma
yerim dar
Uçup gitsem zamanın üzerinden
Ve gitsem. Ve gitsem. Ve gitsem
Sadece benimle gelsin istediklerimi götürsem
Ve biraz daha gitsem
8 Eylül 2013 Pazar
Child, child, do you not see?
Çok, çok uzun yıllar önce, bir dilek tutmuştum. Tutmakla gerçek olmazdı dilekler, biliyordum ama pek de güzeldi, bırakamıyordum. Ne kadar bırakmam gerekse, o kadar daha sıkı tutuyor, ağır ateşte çaylar demliyor, inkarı köpürtüyor da köpürtüyordum. Dönüşüyor, bedelleri bilmediğim bir geleceğe erteliyor, gelecek gelmeye başladıkça sıkılan canıma kalkıp bi çay koyuyordum. Rağmen en gözde kelimesiydi sözlüklerimin, bunu da iyi bir şey sanıyordum. Kendime, acıya, geçmişe...onca sebebe rağmen...illâ illâ. Gerçeğe başka başka isimler takmaya ve herkeslerin bildiği isimleri unutmaya da o yıllarda başlamıştım. Bunu geri almanın ne kadar zor olabileceğindense zerre kadar haberim yoktu. Sonra bir gün... Öyle rastgele bir gün değil, cana tak tak tak ettikten nice vakitler sonra bir gün, bıraktım tuttuğum o dileği...ömrümün üçte biri kadar önce, bugün. Bıraktım ve hiç ummadığım bir şey oldu. Devam etti hayat. Böyle...sırtüstü atmışsın gibi kendini denize.
26 Temmuz 2013 Cuma
Ahad!
Üç günlük yola gitti bugün kalbim. Bir kaya bıraktı kendinden oyulmuş boşluğun üstüne, gitti. En iddialı olduğu yerden vurur kulunu Allah, Kenan hoca dediydi.
4 Haziran 2013 Salı
retraumatizing a generation
18 yaşındaydım birileri benim kim olduğuma karar verdiğinde. Ben neye inandığımı anlatmaya çalışırken, militan olduğum konusundaki karar çoktan çıkmıştı. Başkasını hiçe sayarak var kalmaya çalışmanın zavallılığını fark edişim o döneme rastlar ve o günden beri nefret ederim ben senin ciğerini bilirim tavrından. Düşündüklerime, hissettiklerime ve inandıklarıma tepeden bakılması; daha önce tanışmadığım bir öfke doğurmuştu içimde. Ne kendi öfkemle, ne de kutsalımı hor gördükçe medenileştiğine inanan zihniyetle bir arada yaşamak kolay değildi. Düştüm, kalktım, az buçuk piştim. Kendimi, başkalarının hakkımda düşündükleri ile tanımlamamayı öğrendim. Kolaylaştı yan yana durmak. Farklılıkların ötesini keşfetmek hem heyecan verdi, hem de hırpalanmışlığıma iyi geldi. Bütün bunlar olurken, bir şeyi hiç unutturmadım kendime; kendim için istediğimi, başkası için de istemeyebilmeyi.
Ötekileştirmek temiz iş. "Bunların hepsi böyle" der, çıkarsın işin içinden. Anlamaya, dinlemeye, çabaya gerek kalmaz. Ama fark da kalmaz işte. Kendinde gördüğün hakkı başkasına tanımadığında samimiyetini sorgularlar adamın. Zamanında sistem beni ve benim gibileri tükürüp attığında en çok koyan sesimi duyuramamak ve yok sayılmak olmuştu. Şimdi köprü kapatabilecek bir insan seli yola çıkabiliyorsa, sözlerine kulak vermek gerek.
Etrafa zarar verenleri görüp bunu sokaktaki bütün insanlara mal etmek haksızlık. Kini, kutuplaşmayı ve nefreti beslemekten istisnasız hepimiz zarar görürüz. İlkokul arkadaşım durduk yere önce hakaret edip sonra bloke ediyorsa beni facebook'ta, sokağın potansiyelini çok iyi okumak, gerginliği daha fazla tırmandırmadan kontrol altına alabilmek lazım. Biber gazıyla, copla, şiddetle değil. Var sayarak. Konuşma hakkı vererek. Ötekini de duyarak.
Ben, sadece kendine müslüman olmayı reddediyorum, deyimin tüm yan anlamlarını da içine katarak.
Ötekileştirmek temiz iş. "Bunların hepsi böyle" der, çıkarsın işin içinden. Anlamaya, dinlemeye, çabaya gerek kalmaz. Ama fark da kalmaz işte. Kendinde gördüğün hakkı başkasına tanımadığında samimiyetini sorgularlar adamın. Zamanında sistem beni ve benim gibileri tükürüp attığında en çok koyan sesimi duyuramamak ve yok sayılmak olmuştu. Şimdi köprü kapatabilecek bir insan seli yola çıkabiliyorsa, sözlerine kulak vermek gerek.
Etrafa zarar verenleri görüp bunu sokaktaki bütün insanlara mal etmek haksızlık. Kini, kutuplaşmayı ve nefreti beslemekten istisnasız hepimiz zarar görürüz. İlkokul arkadaşım durduk yere önce hakaret edip sonra bloke ediyorsa beni facebook'ta, sokağın potansiyelini çok iyi okumak, gerginliği daha fazla tırmandırmadan kontrol altına alabilmek lazım. Biber gazıyla, copla, şiddetle değil. Var sayarak. Konuşma hakkı vererek. Ötekini de duyarak.
Ben, sadece kendine müslüman olmayı reddediyorum, deyimin tüm yan anlamlarını da içine katarak.
27 Mayıs 2013 Pazartesi
alkış!
Yalan güzel değil ya, gerçek de değil bazen. Bazen gerçeğimsiz bir an düşleyebilirim. Alaycı bir nefes verişin elinde çelimsizleşirim sonra. Gerçeğin ağırlığını üstüme örter, çekilir hayat. Aferin.
lying is underrated
Belki de insanların bahane duymaya ihtiyaçları vardır. Yalanın lafı bile olmaz bazen belki de. Gerçekten kim ne fayda görmüş ki? Belki de "Neden aramadın? Neden gelmedin? Neden yoktun?" kesiklerine "Yapamadım. Edemedim. Hep benim dışımda sebeplerle engellendim. Yoksa ben istemez miydim?" basın istiyordur insanlar. Belki de "Haklısın. Alıyorum sorumluluğunu yokluğumun." sadece derinleştiriyordur kesikleri. Belki de bir sebebi vardır bu kadar yaygın olmasının bahanelerin. Belki de gerçekten koruyorlardır bizi...gerçek acıdan. Aldığı darbeyi hafifleten hava yastığının arkasından "Aman canım içleri hep hava civa dolu bunların" diye atıp tutmaz insan sonuçta. Var demek ki elini sallasan elli bahaneye çarpmanın bir nedeni. Da...ben bilemedim işte. Haklısın, dedim. Haklılık arttırdı üzerimdeki hakkını sanki. Ağlamaya başladı. Arttı haksızlığım, haklılığını onayladıktan sonra. Kendini savunamayan, savunmayan, savunmamaya inanan bütün insanlar bir kuyruk oluşturdu zihnimde. Ben de içlerinde bir yerde. Boynumuz eğik. Haksızdık. Sorumluluğu almıştık. Tek sıra. Suskunluğumuzdan besleniyordu sanki bizim dışımızda herkesin suçlayan sesleri. Gittikçe küçülüyordu omuzlarımız. İçimizden biri "Yaptım ama bir sor neden yaptım?" dedi. "Ama çünkü...ah hem sen nasıl getirebilirsin bunu aklına, beni hiç mi tanımadın?" Zavallılığına rağmen, hepimize iyi geldi bu yalan. Daha iyisini de yapabiliriz, dedik. Sesimiz yükseldi yalanlarımızla birlikte. Sonunda, biz bile inandık kendimize. Haklıyla haksız yer değiştirdi gözlerimizin önünde. "Canıııım. Sen yapmazdın, ben biliyordum."lar sardı bizi sonra. Kanayan bir yaraya tampon basmışsın gibi kuvvet kaybetti acı. Yalan iyi geldi. Demek ki, var bahanelerin bir nedeni.
Lakin, zihnimdeki senaryodan farklıydı bugün yaşadıklarım. Ben "Haklısın"da kaldım. Haklılık hiçbirimize iyi gelmedi. Gönüllerimiz kırık kalktık o sofradan. Bir buruk tat ki, tekrarına tövbe ettiren.
Lakin, zihnimdeki senaryodan farklıydı bugün yaşadıklarım. Ben "Haklısın"da kaldım. Haklılık hiçbirimize iyi gelmedi. Gönüllerimiz kırık kalktık o sofradan. Bir buruk tat ki, tekrarına tövbe ettiren.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)