Çocuklarımıza ilk önce kendini suçlu hissetmeyi öğretiyoruz. Onay almadıkça doğru yaptığından emin olmamasını sağlıyoruz. Böylece, var olduğunu hissetmesinin neredeyse tek yolunu onaylanmaya bağladığımız çocuğun ipleri tümüyle elimizde oluyor. Kendisi olmasına olanak tanımak, kendisini inşa etmesi yönünde yüreklendirmek yerine; istediğimiz sınırı çizip, istediğimiz şekli verebiliyoruz ona. Olmasını istediğimiz şey kılıyoruz onu. Olmasının doğru olacağını bildiğimiz .!. şey. 'Ablaya öyle denmez', 'Büyüklerle öyle konuşulmaz', 'Sokakta böyle yapılmaz'lar aşamasına geçiyoruz sonra. Onaylama gücü ablaya, büyüğe, sokaktakine geçiyor ve hayattan ne istediğini bulmak yerine, ondan ne istendiğini keşfetmeye başlıyor çocuklar. Bir memnun etme şizofrenisini beliriyor. Ne kadar aferinin varsa o kadar varsın. Ve bu aferinlerin standart bir kriterleri de olmadığında, alt benler ortaya çıkıyor. Mahmut amcadan aferin alacak ben. Süheyla teyzenin onaylayacağı ben. Bekir abinin sırtını sıvazlayacağı ben. Ah... Tabi, Mahmut amcanın, Süheyla teyzenin huzuruda iken vereceği aferin ile Bekir abinin huzurunda vereceği aferinin de kriterleri farklı olduğundan, balatalar iyice ısınıyor. Alt benlerin de alt benleri oluşuyor.
Sıklıkla duvara tosluyor, var olmanın yolunu onaylanmak bilen çocuk/ergen. Ne olduğunu keşfetme yolcuğu çoktan unutulmuş, ne olması gerektiği ile ilgili öngörülemez törpülenmelere göğüs geriyor. Üzerine olmayan elbiseler içine tıkıştırılıyor mütemadiyen ve elbiselerden taşan yanlarından utanıyor. Olması gereken kişi olmayı beceremediğini düşündüğü kendisini suçluyor. Sonra değişiyor isimleri Mahmut'un, Süheyla'nın, Bekir'in... Öğretmen oluyor. Sevgili oluyor. Patron oluyor. Karşınıza gelen herkes biri olmanızı istiyor sizden. Kim olduğunuzla ilgili tanışıklığınızdaki kısırlık, o biri olma talebini can simidine dönüştürüyor. O'ymuş gibi oluyor ve bir şey olmanın tatminini de kendin olmak sanıyorsunuz. Ya da...
Ya da... Bir gün, bir yerde, bir şekilde, kendine has olma ihtimali ile tanışıyoruz. İthimali mümkün kılma yolunu seçersek yürümek üzere, sesler çıkmaya başlıyor çevreden. Değiştin. Sen böyle değildin. Hiç yakıştıramadım. Bunu senden beklemezdim. 'Benim istediğim değilsen hiçsin'ci mantalite, hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, iyiliğimizi düşünüyor. İyiliğimizi düşünmesini isteyip istemediğimizi düşünmüyor ama. Olmaya karar verdiğin sen, seni varlığının bir uzantısı gibi görmeye alışmış gürûhun kapsama alanından çıktıkça, çatışmalar başlıyor. O güne kadar onay mercii olmuş ana mekanizma, kendine has olmaya başlayan bireyin bağımsızlaşması sürecini varlıksal bütünlüğüne tehdit olarak algılıyor. Çünkü; seni bir uzvu gibi yönetmek, senden çok onun işine yarıyor. Seni, onaylanmadıkça var hissedemeyen bir organizma olarak programlayan sistem, onaylamakdıkça/reddetmedikçe, iktidar sürmedikçe var kalamayan bir yapıya dönüşmüş oluyor. Kendin olman, onun kendisi kalamaması anlamına geldiği için, caydırıcı mekanizmalar devreye sokuluyor. Elalem ne der? Ne emekler... Hak edecek ne yaptım? Yemedim. İçmedim. Giymedim. Süpürge saçlarım...
İhtimaldir ki, vaktiyle kuvvetle köklendirilen o en eski öğretiler, canlanmaya başlıyor bu noktada. Suçluluk. Keşke öyle demeseydim. Ne olurdu biraz ses etmeseydim. Kanlanıp canlanmaya başlıyor ana mekanizmanın suçluluk duygusu üzerinden beslenen kanalları. Yeniden, kapsanan küme olma yolunda ilerliyorsun. Kesişen küme olmak, razı olunası kuvvette bir iktidar vaad etmiyor ana sisteme. Kendini yok ederek, onu var kılmayı seçiyorsun. Çünkü kendini var kılmak, bencilce. Ayıp. Elalem ne der... Kimsenin olmadığı kuytularında bile içinin, yüzüne nişan almış bir işaret parmağı hep seni gösteriyor. Hep, senin yüzünden...
2 yorum:
törpü gibi işte... testere ağızlı bir kuyu da olabilir, çıktıkça hep biraz kanayıp, her çıkışında bir parçanı içeride bırakan. sonra geriye bakıyorsun elli, altmış durağında... ben bakmak istemiyorum!
bakmak zorunda kalmayanlardan olmanı dileyelim.
Yorum Gönder