25 Ekim 2009 Pazar

bisnev dedi hayat bana


hayat akıp giderken dört bir yandan, akıp gidenlere göz atasım var;

- hakkımda tutanak tutuldu ilk kez, hakkımı aradığım için. garip bir şekilde iyi hissettim kendimi.
- jake gyllenhaal'ı keşfetme sürecindeyim, pek bir eğleniyorum. her şey ismini telafuz edebilmemle başladı.
- 1 yıl 1 aylık bebek çözdü beni, yüzüme baksa gülüyor.
- tere mere beach mein seyrettim, srk güldü, konuştu, dans etti; hatırladım, hayran oldum, damarlarımdaki hint kanı canlandı.
- yaptığı çikolatalı pasta bende şüphe uyandırdı, annem gizli görevdeki bir fransız aşçı olabilir.
- brokeback mountain içimi acıttı. bu cetad bozdu beni, benden söylemesi.
- fönlü sarı saçlarına rağmen brad pitt mi, fönlü sarı saçları yüzü suyu hürmetine brad pitt mi; işte meet joe black'in bütün meselesi.
- moulin rouge, kıymetli bir yeşilçam uyarlaması olarak geçmeli tarihe.
- 'soyadı kanun olan adamdan korkarım ben' demiş ünlü türk düşünürü. korkmak derken? ben ona korkmak demezdim doğrusu. *ehhi*
- insanların evlerini döşeme biçimleri ile hayata karşı tutumları arasında bir paralellik olduğu fikri üzerinde düşünüyorum bir süredir. odam beni korkutuyor.
- my blueberry nights'taki kafe gerçek olsun ve o lacivert boyalı direklerin arasında oturup blueberry pie yiyeyim istiyorum. kahvem iki şekerli olsun lütfen.
- aish aradı, havalandı içimin odaları. kalbimden ona dua söyledim.
- bir arkadaşım beni kırdı. bir arkadaşımı ben kırdım. kırgınlığımızı mı, arkadaşlığımızı mı seçeceğiz bakalım.
- geçen hafta üç ayrı kişi bana 'ama dinlemiyorsun ki' dedi. eğer haklıysalar, bir yerlerde bir şeyler fena halde ters gidiyor demektir.
- geçen hafta sıklıkla while my guitar gently weeps mırıldanırken buldum kendimi. gittikçe daha çok sevdim melodisini.
- patlıcan soslu makarnası bilakis'in haftanın nirvanası oldu.
- heath ledger'ın ölümüyle yarım kalan filminin johnny depp, colin farrell ve jude law tarafından tamamlandığını ve üçlünün elde ettikleri kazancı ledger'ın kızına bıraktıklarını okuyunca Rahim Han'ın sözleri yankılandı zihnimde, yeniden iyi biri olmak mümkün. *


* Uçurtma Avcısı, Khaled Hosseini

20 Ekim 2009 Salı

kara senaryonu anlat bana


hayatın arkama düşmeyeceği bir yeşil çimenlik bulmak istiyorum ve kaçmak istediğim ne varsa burnumun ucunda, gözlerimi yüzüne kapatıp bir uzun koşmak... kendim takılıyorum kendimin ayaklarına ne zaman şans vermek istesem kendime. kendimi koruyacağım diye kendime nefes aldırmıyorum. sonra hayat... sonra tas... sonra hamam...

ama daha kolay olması gerekmez miydi? kimse öyle bir söz vermedi, biliyorum. ama... daha kolay olması gerekmez miydi? bir his insanın içinde, işini kolaylaştıran... aklıyla bilmiyorken henüz insan, içinde bir yerde, bilinmeyeni bilen bir bilgenin bilgeliğiyle, bir usul, bir ferah aydınlık... hafiflik... gerekmez miydi?

'hislerim kuvvetlidir benim'ciler haklıysa, tanımadığım hislerim de kuvvetliyse benim, şimdi çekip gitmem gerekmez mi? ya kuvvetli sandıklarımız hislerimiz değil de korkularımızsa, 6. his dediğimiz kuşandığımız kalkanlardan başka ne ki?

19 Ekim 2009 Pazartesi

leblebi


durgun meydanları içimin.
durgun içimin meydanları.
meydanları içimin durgun.
meydanları durgun içimin.
içimin meydanları durgun.
içimin durgun meydanları.

matematikte bunun bir adı vardı, bir de insanı fıtık eden soruları; üç haneli bir sayıyı kaç farklı biçimde yazabilirsiniz ve bu sayıların toplamının aritmetik ortalaması alınsa tahmin edin kaç çıkar? yuh!


biraz durmuş, biraz duraklamış durumdayım. hangisi daha az tercih içeriyorsa onu yapmaktayım. düşünce sürecimin canımın içi yoldaşı, bu aralar evlilik sonrası yasal inziva hakkını kullanıyor. bugün sesini duydum sekiz gün üstüne, himalayalardan halam aramış gibi sevindim (hayır, nasuh mahruki halam değil.) şımarıkça alışmışken ben her gün mail, arada mesaj, fırsat buldukça telefon trafiğine, bir afallamışım ki haberim yok. ekranda adını gördüğümde ötüşünce sesimin kuşları, anladım.

sandra bullock'un oynadığı bir film vardı, sen uyurken. onu hatırladım. inzivanı uykuyla eşlediğimden değil, sen civarda değilken neler olduğunu sıralama fikri filmden alıntı da o yüzden. dedim ki... ...ben ne zaman açıklama ihtiyacı duydum sana kendimi?

sen inzivadayken;

- 10 saat elektrik olmayınca cumartesi günü, yarım bıraktığım kitapları kaldığım yerden okumaya başladım. önce uçurtma avcısı, sonra siyah süt, şimdi de geçip gitti kirpiklerimin arasından. bu kadar çok yarım bırakmışlığım olduğunu bilmiyordum. yarımlarımın ikisinin içinden aynı kuruma ait ayraç çıkması, yarımlarımın diğer ikisinin de aynı yazara ait olması tesadüf mü? aynı ayraçlı kitapları mı, aynı yazarları mı yarım bırakıyorum? belki de yarım bırakmayı bilinçaltıma kestirdiğim kimi yazarların kitaplarını, kimi ayraçlarla ayırıyorum. yoksa yarım bırakasım geldi mi, önüme geleni tanımıyor muyum? peki bu yarımları tamamlama telaşı, içimin hangi devinimine ses olsun diye, bir fikrin var mı? takip edemedin mi, önemli değil. takip edilesi değilim zati.

- uçurtma avcısı'nın Emir'i sessizlikle suskunluğu birbirinden ayırdı. sessizliği direnişe, sözü ses'e verme reddine; suskunluğu huzura, dinginliğe ve birgün yeniden ses ihtimaline bağladı. kıpırdadı içimin kelimeler kelimelerden kıl payıyla ayrıldığında ışıldayan çeperi.

- dersin ya hep, 'Allah başımdan eksik etmesin'. etmesin hakikatten, etmesin n'olur! zira, Pavlov'un ruhu şâd olsun, senin eşliğinde hareketlenmeye klasik şartlanmış, şimdi burada rencide etmemek adına tek tek isimlerini vermek istemediğim, bazı frontal lob mensubu nöronlarım başımda değiller. yokluğunu fırsat bilip balayına çıktılar. kendi kendine gelin güvey olmak tam da buna denir zannımca. zira yazdıklarımdan köy, kasaba veyahut herhangi bir yerleşke olabileceği kanaati az önce ufka doğru yelken açmış olan geminin güvertesinden mendil sallamakta hâlâ.

- nedenini anlayamadığım bir kısırdöngünün gayet benden kaynaklanan nedenini farkına vardım akran süpervizyonundaki akranlarım sayesinde. farkındalık, problemi ortadan kaldırır diyen analitik teorinin ne kadar haklılık payı varmış göreceğiz hep birlikte. haklı çıksınlar, bir talihli insan evladına analitik müdahale yapacağım, odipten girip süperegoya kadar... and içiyorum.

- iltifat kabul etmenin ateşten bir topu geri atar gibi karşılamaktan daha kolay bir yolu varmış. söz sahibinin sözü bitirmesini mütebessim bir çehre ile bekledikten sonra sözün bittiği yere bir teşekkür kondurmak. öğreneceğim.

- 'up' içimi burktu. animasyon filmine burkulma kapasitem de kabulün mü?

- aldığı duş jelinin kokusunu çok sevdiği için ellerini onunla yıkamaya başlayan biri hakkındaki düşüncelerin neler olurdu?

- bu aralar vivaah'ı sıklıkla anımsıyor olamamı açıklamaya gönüllü bir teori var mı?

- saçmaladığımda da seviyor musun beni? en çok saçmaladığımda, değil mi?

2 Ekim 2009 Cuma

kabool hai... mujhe bhi.


olduğum gibi olmamaya ya da olmadığım gibi olmaya çalıştığım zamanlarda yoruluyorum en çok. çok yoruluyorum. yerin dibinde olmak, yerin dibinde değilmiş gibi davranmaktan daha kolay. kimi şeyleri yaşamamaya öylesine enerji harcıyoruz ki. mutsuz olmamaya, kırılmamaya, sinirlenmemeye. vs. vs. vs. oysa hayat bize dönüp 'biraz mutsuz olmaz mıydınız cicim?' diye sormuyor. paşa paşa mutsuz oluyoruz sırası geldiğinde, binbir dereden su getirip yırtmaya çalışsak da. bir göz atalım, olmamaya çalışalım her neyse o delicesine kaçtığımız. mutsuzluk mesela. ama bir kez mutsuz oldukta sonra da sanki mutsuz değilmiş gibi davranmak yerine, şimdi bununla ne yapacağım diye sorsak kendimize, daha az yoruluruz sanki. var. hayatımda. içimde hissediyorum bunu. şimdi ne yapacağım bu mutsuzluğu? neye dönüştürüp saklamak yardım eder bana?

hayatın içinden yürüyüp geçerken yaşadığımız deneyimleri saklamadan önce, onları istediğimiz bir biçime dönüştürme gücümüz olduğuna inanıyorum. yaşadıklarımızın başımıza geldiği gibi depolandığı bir yer değil hafıza katmanlarımız bence. bazen, bir deneyimi saklamak için dönüştürmeyi tercih edeceğimiz biçimle, o deneyimi dönüştürmenin işimize yarayacağı biçim birbirinin aynısı olmayabiliyor. örneğin, bir gidiş hikayesini 'beni tercih etmedi'ye dönüştürdüm, öyle saklıyorum. saklamayı arzu ettiğim biçimi 'mecburdu' olabilirdi oysa. mecburduyu saklamaktan çok daha kolay, tercih etmediyi saklamak. isyan, red, çaresizlik getirebilecekken biri, sükunet ve olanı olduğu gibi kabul getiriyor diğeri. istediğime değil, ihtiyaç duyduğuma dönüştürmeyi seçiyorum yaşamdan damıttıklarımı. "s/he realizes that what s/he wants is not what s/he needs"

olduğunu olmadığına dönüştürme telaşından çıkartsa insan hayatını...
içinde bulunduğu zaman dilim çerçevesinde ne olduğuna baksa...
başka zaman dilimleri içinde, başka başka biçimlerde olma olasılığını farkına varsa...
kendisini başka başka biçimlerde bulmanın, kendisi kalmasına halel getirmediğini anlasa...
ne kolay olurdu hayat.

1 Ekim 2009 Perşembe

life happens


ne çok yazasım, çizesim, okuyasım, okuduklarımdan anladıklarımı zihnimde harmanlayasım, harmanladıklarımı muhabbet bağında demleyesim var, bilseniz.

26 Eylül 2009 Cumartesi

unsubconsciousness



insanın kendinden bekledikleriyle kendine verebildikleri arasındaki uçurum neyle kapanır?
hayatımı bir yerinden tutmaya karar versem acaba neresinden tutardım?
hesaplar tutmazsa, Tarancı'yı dava etme hakkımız saklı kalır mı?
izleyeni olmayınca sahnelenmeyen bir oyun mu insan hayatı?

bir hayal pazarı olsa, hayalleri bitenlere, sıfır, gıcır gıcır hayaller sunan.
durdurma, geri alma, ileri sarma, ağır çekim oynatma tuşları olsa hayatın. insan bakıp anlasa.

video formatında verilse hayatı insanın eline, bir de montaj bilgisi. istediğin yeri kes, istediklerini al, istediklerini çıkart. dilediğin ne varsa, dilediğin gibi yap. çok uzun iş, uğraşılmaz. hem insan uğraşsa bile, yine istediği gibi olmaz. insanın istediği nedir ki?

bazen kendisini mutsuz etmeye and içmiş insanlar tanıyorum. kendilerinin olmayan soruların kapısına kuruyorlar kasabalarını. kalenin demir halatlarla sımsıkı sarılmış köprüsü inmeyince, mutsuz oluyorlar. hendekler ardında, surların sakladığına sevdalı. mutsuz kalıyorlar. bazen, sesimde seslerini duyuyorum. korkmak kolay. seslerini seslerimden silmek. bulamıyorum.


Requiem for a Dream - Clint Mansell

25 Eylül 2009 Cuma

ateşlenme gücü yüksek insan tipi

bkz. buluttan nem kapmak
bkz. gözünün üstünde kaş var.
bkz. bana mı dedin koçum?

n'oluyoruz yaw? bir alıp veremedik her neyse şu alıp veremediğimiz. cümleler arasında bir iğneler, bir tripkar tavır. çuvaldız banaysa, katana da sana halleri. n'oldu? neyi paylaşamadık ki? herkesin ensesinde kendi hayaleti. kendimizle halleşemedikçe yolumuza düşen ilk gölgeye saldırıyoruz. bir sakin. bir yavaş. bir usulünce. derin nefes. al. ver. usulca. devam. bir gökyüzüne bak. bir yıldızlara. bir kendi içine. sor bakalım kendine, derdi neymiş seninle. aranızda halleşirseniz, dünyayla da halleşirsiniz belki de.

13 Ağustos 2009 Perşembe

Bitmekse bitmek...


Hikayesini kendi kaleminden aktarmama izin veren'e, minnetle...
Söz verdiğim gibi,
O'nun adı Ali,
Senin adın Ayşe.

Ayşe'nin kelimelerinden;

Dibe vurdum, yukarı çıkarım sanıyordum; vurmamışım henüz, hala iniyormuşum.
Bir yer bulsam, bir zaman... Dünden bir sen alsam, bir ben... En sevdalı günlerden... Tutsam, elime acı bulaşmayacak günlerden...

Ayşe'yi Ali'nin dizinin dibine, Ayşe'nin başını Ali'nin dizine, Ali'nin elini Ayşe'nin başına koysam. Seyretsem, doysam, ağlasam, ağlasam, ağlasam.

Bir kapı çizsem. Rengi kimin umrunda... Yarıya açsam kapıyı. Ali'nin bir adımı eşikte, Ayşe'nin bir eli kapının üzerinde. Gülse Ayşe Ali'ye, gülse Ali Ayşe'ye. Ayşe, Ali'ye 'güle güle' dese, 'hayırla git, hayırla gel.' Ali gülse, gülse, gülse. Ali'nin elini Ayşe'nin yüzüne, Ayşe'nin elini Ali'nin beline koysam. Bir bakış çizsem Ayşe'ye, Ali'ye. Bir bakış çizsem, kelimelerde karşılığı olmasa. Ali gitse. Ayşe bilse ki; akşama gelecek...

Bir Ayşe'm olsa bir Ali'm. Ben Ali'yi de Ayşe'yi de severim. Bir Ali'm olsa, bir Ayşe'm. İkisini yan yana seyretsem, seyretsem, seyretsem.

Bir Ayşe olsa, bir Ali. Ayşe dese ki; 'öleceğim sandım. bir an bir ömür; bir ömür bir an, sensiz kalacağım sandım.' Ali dese ki; 'sen yürüdün ben adımlarını saydım. sen baktın, ben anladım. sen göğsümde eksik kalan parçamdın.'

Bir Ali gülse, bir Ayşe. Ali gamzeler saçsa, Ayşe adım adım Ali olsa. Bir Ayşe'yle bir Ali toplasam, bir Ayşe'ye bir Ali katsam, alemi tutsa. Ayşe+Ali=Mânâ. Bir Ali'den bir Ayşe çıkarsam, geriye bir şey kalmasa.

Bir Ayşe'yle bir Ali bulsam. Kimseye verilecek hesapları olmasa. Sevdadan dikilmiş günleri, günleri, günleri olsa. Ali Ayşe'ye bir baksa, cennet. Ayşe Ali'ye bir baksa, ırmak.

Birazcık Ayşe'm, birazcık Ali'm olsa. Ayşe'yi Ali'ye, Ali'yi Ayşe'ye verecek kadar, azıcık da olsa. Ayşe Ali'ye, Ali Ayşe'ye bakınca, alem bir bitimsiz 'hamd'la dolsa. Her Ayşe'ye bir Ali. Alemi Ayşe'lerle Ali'ler tutsa. Bir Ayşe'yle Ali aya. Bir Ayşe'yle Ali güneşe. Bir Ayşe'yle Ali Venüs'e. Birer Ayşe'yle Ali de Mars'a, Uranüs'e, Satürn'e, Merkür'e, Neptün'e, Pluton'a. Her Ayşe'ye bir Ali. Bütün Ayşe'lere birer Ali. Bütün Ayşe'ler Ali'lerin olsa. Allah Ayşe'leri Ali'lere yazsa, Ali'leri Ayşe'lere bağışlasa, acı olmasa.

Bir masa çizsem. Ayşe'yle Ali'nin masası. Ayşe'yle Ali'nin evinin, Ayşe'yle Ali salonunda. Bir masa. Bir yanında Ayşe, hemen yanında Ali. Ayşe'nin elinde kalem, belinde Ali'nin eli olsa. Ali'nin kalbi kan pompaladığında, kan Ayşe'nin tenine uğrasa. Ayşe 'Ali'nin A'sı'nı yazsa, Ali 'Ayşe'nin A'sı'nı çizse. Ali Ayşe'yi ne kadar seviyorsa, Ayşe Ali'yi o kadar sevse. Ayşe Ali'den nasıl geçmezse, Ali de Ayşe'den öyle geçemese.

Bir yağmur inse gökten. Bir Ali elinde, bir Ayşe eli. Bir Ali adımında, bir Ayşe refakati. Bir Ali soluğunda, bir Ayşe kokusu, bir Ayşe yüreğinde bir Ali buğusu. Bir Ayşe yüreğinde, bir Ali bereketi. Bir Ayşe Ali evinin üçüncü kişisi.

Şimdi Ayşe 'gel' dese, Ali duymaz. Şimdi Ali ne dese, Ayşe bilmez. Bir uyku arası kirpikleri kırpışsa Ali'nin, Ayşe'ye yetmez. Gamzeleri belirse, kâr etmez. Bir Ayşe yüreğine, bir Ali kendini yâr etmez. Nedir Ali'nin istediği, Ayşe'nin bilmediği? Bitmekse bitmek...

Bir Ayşe, bir Ali bulsam. Yürüdüğüm yolları geriye doğru bir bir adımlasam. Bir Ali göğsüne bir Ayşe işlesem. Bir Ayşe aklına, bir Ali...

Bir Ayşe'ye bir Ali.
Her Ayşe'ye bir Ali.
Allah yazsa.
Acı olmasa.

Her Ali'ye bir Ayşe.
Bir Ali'ye bir Ayşe.
O Ali'ye, bu Ayşe.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

tit for tat





bazı kitapların bitmesi kalbimi kırıyor. hikayeleriyle paralel iniş çıkışlar yaşadığım, hayatıma katıp kendimce anlamlar biçtiğim birilerinin, 'bir daha beni hiç görmeyeceksin' deyip kapıyı arkalarından çekmeleri gibi, can yakarak gidiyor benden kimi hikaye karakterleri. kendimi ihanete uğramış hissediyorum neredeyse. onlar merak ettiğim bir hayatı sürmeye devam edecekler ve benim bundan hiç haberim olmayacak gibi geliyor. özlerim çok ve yapacak bir şey olmaz diye içim içimi yiyor. bir de, epilogue sevmiyorum ben galiba. gidilecekse öyle, cümlenin orta yerinde...


...cookie.




all the pretty little horses...

17 Temmuz 2009 Cuma

careless


dünya yansa...















...bi kalbur saman

15 Temmuz 2009 Çarşamba

10 Temmuz 2009 Cuma

The Tudors ve Mağara Adamları


işbu yazının vebali, rehavet dolu bir cuma iş çıkışı, önünden geçmekte olduğum kitapçının rafında gördüğüm 'tudor' isimli kitabın kapak resmi üzerinedir.



yaşam içersinde sürdürdüğümüz davranış paternlerini edinmemizde pek çok öğrenme biçimi rol oynuyor. gözlem yoluyla repertuarımıza kattığımız davranışlar olduğu gibi, genetik kodlarımız sayesinde nesilden nesile aktardığımız davranışlar da var. bu davranışların kimi kültürden kültüre anlam değiştirirken, kimleri ise evrensel olarak benzer anlamlar taşıyor. oysa zaman içinde bu evrensel olduğunu kabul ettiğimiz anlamlar arasında -belki yine, kısmen de olsa evrensel- dönüşümler yaşanıyor.

ingiltere tarihinin parlak dönemlerinden birine imza atmış tudor hanedanının hikayesini anlatan kitabın kapak resmi yukarıdaki. aynı hikayeyi anlatan dizi oyuncularıyla yapılmış bir çekimin ürünü... fotoğrafta adamın, kadının boğazını kavrayış biçimi dikkat çekici. hayat içersinde birbirimizin boğazı, sıklıkla dokunduğumuz bir yer değildir ve ilk bakışta tehditkar bir doku taşır. ancak fotoğrafın genel havası bu dokudan çok uzak. şiddet öğeleri içeren benzer davranışların filmlerde, benzer bir yan amaca hizmet eder ustalıkta kullanıldığına sıklıkla rastlamak mümkün. gitmekte olan birini kolundan tutulup çevrilmesi.... birinin duvara yaslanıp hareket alanını kısıtlanması... çıkmak üzere olunan kapının kapatılması ve kişinin içeride tutulması vb... bütün bunlar, dahil edildikleri sahneyi, karşı cinsler arasındaki gerilimin uç noktaya ulaştıracak yönde manüple edilmeye müsait öğeler. her biri ayrı ayrı şiddet malzemesi taşısa da, yukarıda örneğini verdiğim durumlarda bambaşka bir etki oluşturmaktalar. soru şu, ne oldu da, bünyesinde şiddet taşıyan hareketler cinsel haz kaynağına dönüştü, 'turn on' vesilesi oldu?

konu üzerine arkadaşlarla yaptığım konuşmalardan birkaç teori çıktı, ilki darwin'in ruhunu şad eder cinsten. zira bir bakış açısına göre; bu dönüşüm, tarihin bir noktasında gerçekleşmedi, zaten mağara adamalarından beri öyleydi. kadının (çok kıymetli) yumurtasını, onu hayatta tutabilecek, neslini ziyan etmeyecek güçte birine emanet etme isteği ve güç algısıyla ilgili... yukarıdaki fotoğraf kimin kim üzerinde daha çok hakimiyet alanına sahip olduğu ile ilgili ilginç noktalara gidebilecek tartışmalara gebe olsa da burada hatun kişinin yumurta mülkiyeti tartışılmaz bir gerçek. 'bana hükmeden dünyaya hükmedebilir ve neslin devamı için gerekli koruma alanını sağlayabilir' kanaatine ulaşmadan kendini karşı cinse teslim edemiyor olabilir kadın. böyle bakılırsa belki de, muhattabını 'güç'lü algılama ihtiyacı kadın kısmısının, kendini/neslini teslim edebilmesi için temel bir ihtiyaç olup aynı sebeple de 'seksi' olarak tanımlanmaktadır.

bir diğer teori ise freud'un ruhunu şad edesigillerden. malumumuz, freud'a göre cinsellik ve saldırganlık iki temel dürtü. buna göre kavga eden çiftlerin tartışmanın şiddetli anında hissetmeye başladıkları cinsel çekim ya da şiddet öğesi taşıyan hareketlerin cinsel uyarıcı nitelik taşıması, bu iki temel güdünün karşılıklı olarak birbirini tetikleme gücüne sahip olması şeklinde açıklanabilir. hatta, bu karşılıklı birbirini tetikleme fikrinden yola çıkıp pavlov'un kulaklarını çınlatmak da mümkün. zira, x tepkiyi çıkartma gücüne sahip y uyaranıyla eşlenmiş z uyaranının, artık y'nin olmadığı noktalarda da x tepkisini çıkartma gücünü kazanmasını klasik koşullanma olarak tanımlıyorsak, bir adamın kadını boğazından kavraması seksî olarak tanımlanmaya başlanıyorsa, boğazdan kavrama davranışı ya da bu davranışı içine alacak üst başlığın, bir yerlerde seksî bir fikirle eşleşmiş olması lazım. eğer çok istenirse, bu davranışların kazanım sürecini de edimsel koşullanma ile açıklayabiliriz. biri birini duvara yapıştırmıştır, o biri bu davranışı bir sebeple tekrar edilesi bulup ödüllendirmiştir, o davranış da pekişmiştir, falan filan...

gün geçmiyor ki, kafama takılan konular zihnimde dönüp dolaşırken, bu dönüp dolaşmalara malzeme olacak gözlem kaynakları karşıma çıkmasın ya da benim algıda seçici becerilerim işe el atmasın. tam bu konuyu evirip çevirmekteydim zihnimde, bir otobüs yolculuğu sırasında iki kişi gördüm. kadın tekli koltukların ilkinde yüzü yola doğru, adam da tekli koltukların önündeki yan üçlü koltukların tekli koltuklara en yakınındakinde oturuyordu. kadın otobüsün gittiği istikamete, adamsa kadına doğru (oturması gereken yöne değil de 90 derecelik açıyla yüzü kadına dönük şekilde) oturuyordu ve bacakları kadının koltuğunun kenarına doğru kafes gibi uzatılmıştı. sonra öyle oturmaktan yoruldu mu nedir, koltuğun baktığı cam istikametine doğru döndü ama bu kez de kolunu kadının kucağına koydu. hayvanların kendi avlanma sahalarının sınırlarını belirleyerek diğer avcılara karşı 'buralar benden sorulur' minvalinden bir mesaj bırakmak için vücut sıvılarını kullanarak mülkiyetlerini 'damga'ladıkları belgesel bilgisine dayanarak ve evrim teorisinin bana verdiği yetkiyle kendi kendime sormadan edemedim; 'bu çocuk kalksa, kadının etrafında onu içinde tutacak bir daire şeklinde bir 'mine' deklarasyonu bâbında çişini yapsa rahat eder mi acaba?'

iki konseptin iç içe geçmişliğinin resmi; Enrique Iglesias ve Ciara'dan dinliyoruz, Takin' Back My Love..
tüm sevenlere ve sevgilerini rafine edemeyenlere gelsin...


Taking Back my Love from . on Vimeo.

3 Temmuz 2009 Cuma

etiketler

öğrenme teorilerine göre, insan zihni kategorizasyon sistemiyle çalışıyor. bilgileri ana başlıklar altında, benzerliklere göre sınıflıyor. yeni bilgi, var olan kategoriler taranarak en uygun olana yerleştiriyor. eğer uygun bir kategori henüz yoksa, yeni bir başlık oluşturuluyor. örneğin ilk kez katana gören biri bu bilgiyi 'kesici aletler' kategorisinde depolayabilir ya da 'japon kılıçları' adı altında yeni bir başlık açabilir, falan filan...

kategoriler iyi, güzel. öğrenmemizi kolaylaştıyor, dünyayı algılama sürecimizi organize ediyor. tamam, o da güzel. amma velakin bu kategoriler insan zihninin tehlikeli dehlizlerinde can sıkıcı şekiller alabiliyor. örneğin, sen bir katanaysan, ömrünün sonuna kadar katanasındır. kimse senden başka bir şey olmanı beklemez ve sen de başka bir şey olmayı bilmezsin zaten. bir ucundan vakur bir süzülüşle girdikleri fabrikanın diğer ucundan jilet olarak çıkan emektar gemilerle ortak bir kaderleri var mıdır katanaların bilmiyorum ama varsa bile e o zaman da artık jiletsindir. yine malzeme belli. ama efendim insan öyle mi?

insanoğlu için 'bir' şey olmak imkansız ve beraberinde 'o şey' kalmak da hayal. oysa bunu birbirimizden beklemekte mahsur görmüyoruz. birine 'bir şey' adı veriyoruz ve sonra kafamızdaki 'o şey'e yakışmayacak(!) şekilde davrandığında, göğüs üzerinde birleşmiş kaşı kalkık kollarla 'nıck nıck nıck'...

diyelim ki birine dürüst dedik. kafamızdaki dürüstlük kategorisinin dışına çıkacak bir davranış sergiledi mi fakir, haydi bakalım sahtekar oluyor. insan bir şeyden, o şeyin tam tersine nasıl dönüşür düşüneduralım, o her bir şeyin, her bir insan evladının o güzel zihninde farklı sınırlara göre kategorize edildiğine mi yanarsınız, yoksa yönünüzü çizmeniz için o cânım beyindeki elektriksel aktivite dışında bir yol haritanız olmadığına mı?

övgü mahiyetindeki etiketler mesela, çok şaşırtmacalı bir düzende işliyor. 'yardımsever' dediyse size biri bir vakit, siz de gülümseyerek göğsünüzdeki rozetlerin arasına iliştirdiyseniz bu etiketi, sizden bir talepte bulunduğunda reddetmeniz veyahut tereddüde yeltenmeniz büyük kepazelik. tıpkı, sipariş etmediğiniz halde gelen tatlıyı afiyetle mideye indirdikten sonra hesaba eklendiğini görünce gık demeye hakkınız olmadığı, garsonun 'yerken iyiydi ama' mealindeki bakışları altında hesabı paşa paşa ödediğiniz gibi, göğsünüzdeki rözeti etinize batıra batıra yardımsever biri oluveriyorsunuz. ben derim ki, sipariş etmediğiniz tatlıları yemeyin. canınız çekti ve yediyseniz ödeyin o zaman. yerken-iyiydi-ama-bakışlı- garson haklı.

bu şu demek; 'ay sen çok yardımsever bir insansın cicim'leri 'ahım, öhüm, hihim, biz ailecek böyle yetiştik efenim, benim paşa dedem de pek kalender meşrepti ki bunun konuyla ilgisi yok. demem o ki bizde yardımseverlik genetik. ehim, öhüm.'le cevaplarsanız oltayı yuttunuz, artık o kişiye bir 'yardım sevme' borçlusunuz. 'yok efenim, kim olsa yapardı. hem inanır mısınız, bazen canımın hiç istemediği de oluyor, bakmayın bugün öyle içimden geldi.' derseniz, bir umut yırtma ihtimaliniz var.

bu yardımı sevmeyelim, kimseye gram iyiliğimiz dokunmasın da demek değil ayrıca. mümkünse seveceğim yardımları kendim seçmek istiyorum hepsi o. demoklesin kılıcı gibi başımın üstünde sallanan geçmiş övgüler listesi ya da etiketler güdümünde sürüklendiğim iyiliklere gıcığım var.

bugün, burada, hepinizin huzurunda, bana yapıştırılmış bütün etiketleri reddediyorum. 'bir' şey olmayı başaramayacak kadar fazla 'şey'im. binaenaleyh, çok pis hayal kırıklığına uğratırım. sonra;

senden bunu hiç beklemezdim dersiniz,
'insan beklentiler listesini güncel tutmalı değil mi mirim, orjinal miydi seninki, netten direkt update yapabiliyor musun' derim.

bunu sana yakıştıramadım dersiniz,
'diymi diymi... indirime girince kaçırmayayım dedim ama rengi açmadı diymi', derim.

seni hiç tanımamışım ben
dersiniz,
'herkes bir hamlede başaramıyor, yılma, tekrar dene', derim.

velhasıl-ı kelâm, zihnimizin dolambaçlı yollarına düşmeyelim, birbirimizi üzmeyelim.

23 Haziran 2009 Salı

geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

depresif insan kişisi için günün çok pis bir anı vardır. beden artık uykuda değilken ama tam da uyanmamışken, bilincin kapalıdan açığa geçmekte olduğu o anlık zaman dilimleri... üzerinde sallanmakta olan demirden külçeyi/duygu durumunu fark eder ama sebebini çıkartamaz bir an. 'canım çok sıkkın benim ama ne oldu ki böyle hissetmeme sebep olacak' derken, dibinde yatmakta olduğu asansör boşluğu, halatı oluşturan çelik liflerin bir bir kopuşuyla yankılanır. üzerine düşmekte olan otisi seyrederken, insan birden, hatırlayıverir gerekçelerini.

full depresyon geçerken bir günün içinden, bir nevi gardı yerindedir insanın. yer ile yeksandır ve gidebileceği daha dip ve korkulacak daha kötü bir şey kalmaz. bilincin ne olup bittiğini tam idrak edemediği o geçiş anları ise, berbat anlardır. "bana ne oldu" diyerek yerden yükselmekteyken ezerler insanı. gard da yerde, umut da...

elisha graves otis'in mekanı cennet...