26 Eylül 2009 Cumartesi

unsubconsciousness



insanın kendinden bekledikleriyle kendine verebildikleri arasındaki uçurum neyle kapanır?
hayatımı bir yerinden tutmaya karar versem acaba neresinden tutardım?
hesaplar tutmazsa, Tarancı'yı dava etme hakkımız saklı kalır mı?
izleyeni olmayınca sahnelenmeyen bir oyun mu insan hayatı?

bir hayal pazarı olsa, hayalleri bitenlere, sıfır, gıcır gıcır hayaller sunan.
durdurma, geri alma, ileri sarma, ağır çekim oynatma tuşları olsa hayatın. insan bakıp anlasa.

video formatında verilse hayatı insanın eline, bir de montaj bilgisi. istediğin yeri kes, istediklerini al, istediklerini çıkart. dilediğin ne varsa, dilediğin gibi yap. çok uzun iş, uğraşılmaz. hem insan uğraşsa bile, yine istediği gibi olmaz. insanın istediği nedir ki?

bazen kendisini mutsuz etmeye and içmiş insanlar tanıyorum. kendilerinin olmayan soruların kapısına kuruyorlar kasabalarını. kalenin demir halatlarla sımsıkı sarılmış köprüsü inmeyince, mutsuz oluyorlar. hendekler ardında, surların sakladığına sevdalı. mutsuz kalıyorlar. bazen, sesimde seslerini duyuyorum. korkmak kolay. seslerini seslerimden silmek. bulamıyorum.


Requiem for a Dream - Clint Mansell

25 Eylül 2009 Cuma

ateşlenme gücü yüksek insan tipi

bkz. buluttan nem kapmak
bkz. gözünün üstünde kaş var.
bkz. bana mı dedin koçum?

n'oluyoruz yaw? bir alıp veremedik her neyse şu alıp veremediğimiz. cümleler arasında bir iğneler, bir tripkar tavır. çuvaldız banaysa, katana da sana halleri. n'oldu? neyi paylaşamadık ki? herkesin ensesinde kendi hayaleti. kendimizle halleşemedikçe yolumuza düşen ilk gölgeye saldırıyoruz. bir sakin. bir yavaş. bir usulünce. derin nefes. al. ver. usulca. devam. bir gökyüzüne bak. bir yıldızlara. bir kendi içine. sor bakalım kendine, derdi neymiş seninle. aranızda halleşirseniz, dünyayla da halleşirsiniz belki de.

13 Ağustos 2009 Perşembe

Bitmekse bitmek...


Hikayesini kendi kaleminden aktarmama izin veren'e, minnetle...
Söz verdiğim gibi,
O'nun adı Ali,
Senin adın Ayşe.

Ayşe'nin kelimelerinden;

Dibe vurdum, yukarı çıkarım sanıyordum; vurmamışım henüz, hala iniyormuşum.
Bir yer bulsam, bir zaman... Dünden bir sen alsam, bir ben... En sevdalı günlerden... Tutsam, elime acı bulaşmayacak günlerden...

Ayşe'yi Ali'nin dizinin dibine, Ayşe'nin başını Ali'nin dizine, Ali'nin elini Ayşe'nin başına koysam. Seyretsem, doysam, ağlasam, ağlasam, ağlasam.

Bir kapı çizsem. Rengi kimin umrunda... Yarıya açsam kapıyı. Ali'nin bir adımı eşikte, Ayşe'nin bir eli kapının üzerinde. Gülse Ayşe Ali'ye, gülse Ali Ayşe'ye. Ayşe, Ali'ye 'güle güle' dese, 'hayırla git, hayırla gel.' Ali gülse, gülse, gülse. Ali'nin elini Ayşe'nin yüzüne, Ayşe'nin elini Ali'nin beline koysam. Bir bakış çizsem Ayşe'ye, Ali'ye. Bir bakış çizsem, kelimelerde karşılığı olmasa. Ali gitse. Ayşe bilse ki; akşama gelecek...

Bir Ayşe'm olsa bir Ali'm. Ben Ali'yi de Ayşe'yi de severim. Bir Ali'm olsa, bir Ayşe'm. İkisini yan yana seyretsem, seyretsem, seyretsem.

Bir Ayşe olsa, bir Ali. Ayşe dese ki; 'öleceğim sandım. bir an bir ömür; bir ömür bir an, sensiz kalacağım sandım.' Ali dese ki; 'sen yürüdün ben adımlarını saydım. sen baktın, ben anladım. sen göğsümde eksik kalan parçamdın.'

Bir Ali gülse, bir Ayşe. Ali gamzeler saçsa, Ayşe adım adım Ali olsa. Bir Ayşe'yle bir Ali toplasam, bir Ayşe'ye bir Ali katsam, alemi tutsa. Ayşe+Ali=Mânâ. Bir Ali'den bir Ayşe çıkarsam, geriye bir şey kalmasa.

Bir Ayşe'yle bir Ali bulsam. Kimseye verilecek hesapları olmasa. Sevdadan dikilmiş günleri, günleri, günleri olsa. Ali Ayşe'ye bir baksa, cennet. Ayşe Ali'ye bir baksa, ırmak.

Birazcık Ayşe'm, birazcık Ali'm olsa. Ayşe'yi Ali'ye, Ali'yi Ayşe'ye verecek kadar, azıcık da olsa. Ayşe Ali'ye, Ali Ayşe'ye bakınca, alem bir bitimsiz 'hamd'la dolsa. Her Ayşe'ye bir Ali. Alemi Ayşe'lerle Ali'ler tutsa. Bir Ayşe'yle Ali aya. Bir Ayşe'yle Ali güneşe. Bir Ayşe'yle Ali Venüs'e. Birer Ayşe'yle Ali de Mars'a, Uranüs'e, Satürn'e, Merkür'e, Neptün'e, Pluton'a. Her Ayşe'ye bir Ali. Bütün Ayşe'lere birer Ali. Bütün Ayşe'ler Ali'lerin olsa. Allah Ayşe'leri Ali'lere yazsa, Ali'leri Ayşe'lere bağışlasa, acı olmasa.

Bir masa çizsem. Ayşe'yle Ali'nin masası. Ayşe'yle Ali'nin evinin, Ayşe'yle Ali salonunda. Bir masa. Bir yanında Ayşe, hemen yanında Ali. Ayşe'nin elinde kalem, belinde Ali'nin eli olsa. Ali'nin kalbi kan pompaladığında, kan Ayşe'nin tenine uğrasa. Ayşe 'Ali'nin A'sı'nı yazsa, Ali 'Ayşe'nin A'sı'nı çizse. Ali Ayşe'yi ne kadar seviyorsa, Ayşe Ali'yi o kadar sevse. Ayşe Ali'den nasıl geçmezse, Ali de Ayşe'den öyle geçemese.

Bir yağmur inse gökten. Bir Ali elinde, bir Ayşe eli. Bir Ali adımında, bir Ayşe refakati. Bir Ali soluğunda, bir Ayşe kokusu, bir Ayşe yüreğinde bir Ali buğusu. Bir Ayşe yüreğinde, bir Ali bereketi. Bir Ayşe Ali evinin üçüncü kişisi.

Şimdi Ayşe 'gel' dese, Ali duymaz. Şimdi Ali ne dese, Ayşe bilmez. Bir uyku arası kirpikleri kırpışsa Ali'nin, Ayşe'ye yetmez. Gamzeleri belirse, kâr etmez. Bir Ayşe yüreğine, bir Ali kendini yâr etmez. Nedir Ali'nin istediği, Ayşe'nin bilmediği? Bitmekse bitmek...

Bir Ayşe, bir Ali bulsam. Yürüdüğüm yolları geriye doğru bir bir adımlasam. Bir Ali göğsüne bir Ayşe işlesem. Bir Ayşe aklına, bir Ali...

Bir Ayşe'ye bir Ali.
Her Ayşe'ye bir Ali.
Allah yazsa.
Acı olmasa.

Her Ali'ye bir Ayşe.
Bir Ali'ye bir Ayşe.
O Ali'ye, bu Ayşe.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

tit for tat





bazı kitapların bitmesi kalbimi kırıyor. hikayeleriyle paralel iniş çıkışlar yaşadığım, hayatıma katıp kendimce anlamlar biçtiğim birilerinin, 'bir daha beni hiç görmeyeceksin' deyip kapıyı arkalarından çekmeleri gibi, can yakarak gidiyor benden kimi hikaye karakterleri. kendimi ihanete uğramış hissediyorum neredeyse. onlar merak ettiğim bir hayatı sürmeye devam edecekler ve benim bundan hiç haberim olmayacak gibi geliyor. özlerim çok ve yapacak bir şey olmaz diye içim içimi yiyor. bir de, epilogue sevmiyorum ben galiba. gidilecekse öyle, cümlenin orta yerinde...


...cookie.




all the pretty little horses...

17 Temmuz 2009 Cuma

careless


dünya yansa...















...bi kalbur saman

15 Temmuz 2009 Çarşamba

10 Temmuz 2009 Cuma

The Tudors ve Mağara Adamları


işbu yazının vebali, rehavet dolu bir cuma iş çıkışı, önünden geçmekte olduğum kitapçının rafında gördüğüm 'tudor' isimli kitabın kapak resmi üzerinedir.



yaşam içersinde sürdürdüğümüz davranış paternlerini edinmemizde pek çok öğrenme biçimi rol oynuyor. gözlem yoluyla repertuarımıza kattığımız davranışlar olduğu gibi, genetik kodlarımız sayesinde nesilden nesile aktardığımız davranışlar da var. bu davranışların kimi kültürden kültüre anlam değiştirirken, kimleri ise evrensel olarak benzer anlamlar taşıyor. oysa zaman içinde bu evrensel olduğunu kabul ettiğimiz anlamlar arasında -belki yine, kısmen de olsa evrensel- dönüşümler yaşanıyor.

ingiltere tarihinin parlak dönemlerinden birine imza atmış tudor hanedanının hikayesini anlatan kitabın kapak resmi yukarıdaki. aynı hikayeyi anlatan dizi oyuncularıyla yapılmış bir çekimin ürünü... fotoğrafta adamın, kadının boğazını kavrayış biçimi dikkat çekici. hayat içersinde birbirimizin boğazı, sıklıkla dokunduğumuz bir yer değildir ve ilk bakışta tehditkar bir doku taşır. ancak fotoğrafın genel havası bu dokudan çok uzak. şiddet öğeleri içeren benzer davranışların filmlerde, benzer bir yan amaca hizmet eder ustalıkta kullanıldığına sıklıkla rastlamak mümkün. gitmekte olan birini kolundan tutulup çevrilmesi.... birinin duvara yaslanıp hareket alanını kısıtlanması... çıkmak üzere olunan kapının kapatılması ve kişinin içeride tutulması vb... bütün bunlar, dahil edildikleri sahneyi, karşı cinsler arasındaki gerilimin uç noktaya ulaştıracak yönde manüple edilmeye müsait öğeler. her biri ayrı ayrı şiddet malzemesi taşısa da, yukarıda örneğini verdiğim durumlarda bambaşka bir etki oluşturmaktalar. soru şu, ne oldu da, bünyesinde şiddet taşıyan hareketler cinsel haz kaynağına dönüştü, 'turn on' vesilesi oldu?

konu üzerine arkadaşlarla yaptığım konuşmalardan birkaç teori çıktı, ilki darwin'in ruhunu şad eder cinsten. zira bir bakış açısına göre; bu dönüşüm, tarihin bir noktasında gerçekleşmedi, zaten mağara adamalarından beri öyleydi. kadının (çok kıymetli) yumurtasını, onu hayatta tutabilecek, neslini ziyan etmeyecek güçte birine emanet etme isteği ve güç algısıyla ilgili... yukarıdaki fotoğraf kimin kim üzerinde daha çok hakimiyet alanına sahip olduğu ile ilgili ilginç noktalara gidebilecek tartışmalara gebe olsa da burada hatun kişinin yumurta mülkiyeti tartışılmaz bir gerçek. 'bana hükmeden dünyaya hükmedebilir ve neslin devamı için gerekli koruma alanını sağlayabilir' kanaatine ulaşmadan kendini karşı cinse teslim edemiyor olabilir kadın. böyle bakılırsa belki de, muhattabını 'güç'lü algılama ihtiyacı kadın kısmısının, kendini/neslini teslim edebilmesi için temel bir ihtiyaç olup aynı sebeple de 'seksi' olarak tanımlanmaktadır.

bir diğer teori ise freud'un ruhunu şad edesigillerden. malumumuz, freud'a göre cinsellik ve saldırganlık iki temel dürtü. buna göre kavga eden çiftlerin tartışmanın şiddetli anında hissetmeye başladıkları cinsel çekim ya da şiddet öğesi taşıyan hareketlerin cinsel uyarıcı nitelik taşıması, bu iki temel güdünün karşılıklı olarak birbirini tetikleme gücüne sahip olması şeklinde açıklanabilir. hatta, bu karşılıklı birbirini tetikleme fikrinden yola çıkıp pavlov'un kulaklarını çınlatmak da mümkün. zira, x tepkiyi çıkartma gücüne sahip y uyaranıyla eşlenmiş z uyaranının, artık y'nin olmadığı noktalarda da x tepkisini çıkartma gücünü kazanmasını klasik koşullanma olarak tanımlıyorsak, bir adamın kadını boğazından kavraması seksî olarak tanımlanmaya başlanıyorsa, boğazdan kavrama davranışı ya da bu davranışı içine alacak üst başlığın, bir yerlerde seksî bir fikirle eşleşmiş olması lazım. eğer çok istenirse, bu davranışların kazanım sürecini de edimsel koşullanma ile açıklayabiliriz. biri birini duvara yapıştırmıştır, o biri bu davranışı bir sebeple tekrar edilesi bulup ödüllendirmiştir, o davranış da pekişmiştir, falan filan...

gün geçmiyor ki, kafama takılan konular zihnimde dönüp dolaşırken, bu dönüp dolaşmalara malzeme olacak gözlem kaynakları karşıma çıkmasın ya da benim algıda seçici becerilerim işe el atmasın. tam bu konuyu evirip çevirmekteydim zihnimde, bir otobüs yolculuğu sırasında iki kişi gördüm. kadın tekli koltukların ilkinde yüzü yola doğru, adam da tekli koltukların önündeki yan üçlü koltukların tekli koltuklara en yakınındakinde oturuyordu. kadın otobüsün gittiği istikamete, adamsa kadına doğru (oturması gereken yöne değil de 90 derecelik açıyla yüzü kadına dönük şekilde) oturuyordu ve bacakları kadının koltuğunun kenarına doğru kafes gibi uzatılmıştı. sonra öyle oturmaktan yoruldu mu nedir, koltuğun baktığı cam istikametine doğru döndü ama bu kez de kolunu kadının kucağına koydu. hayvanların kendi avlanma sahalarının sınırlarını belirleyerek diğer avcılara karşı 'buralar benden sorulur' minvalinden bir mesaj bırakmak için vücut sıvılarını kullanarak mülkiyetlerini 'damga'ladıkları belgesel bilgisine dayanarak ve evrim teorisinin bana verdiği yetkiyle kendi kendime sormadan edemedim; 'bu çocuk kalksa, kadının etrafında onu içinde tutacak bir daire şeklinde bir 'mine' deklarasyonu bâbında çişini yapsa rahat eder mi acaba?'

iki konseptin iç içe geçmişliğinin resmi; Enrique Iglesias ve Ciara'dan dinliyoruz, Takin' Back My Love..
tüm sevenlere ve sevgilerini rafine edemeyenlere gelsin...


Taking Back my Love from . on Vimeo.

3 Temmuz 2009 Cuma

etiketler

öğrenme teorilerine göre, insan zihni kategorizasyon sistemiyle çalışıyor. bilgileri ana başlıklar altında, benzerliklere göre sınıflıyor. yeni bilgi, var olan kategoriler taranarak en uygun olana yerleştiriyor. eğer uygun bir kategori henüz yoksa, yeni bir başlık oluşturuluyor. örneğin ilk kez katana gören biri bu bilgiyi 'kesici aletler' kategorisinde depolayabilir ya da 'japon kılıçları' adı altında yeni bir başlık açabilir, falan filan...

kategoriler iyi, güzel. öğrenmemizi kolaylaştıyor, dünyayı algılama sürecimizi organize ediyor. tamam, o da güzel. amma velakin bu kategoriler insan zihninin tehlikeli dehlizlerinde can sıkıcı şekiller alabiliyor. örneğin, sen bir katanaysan, ömrünün sonuna kadar katanasındır. kimse senden başka bir şey olmanı beklemez ve sen de başka bir şey olmayı bilmezsin zaten. bir ucundan vakur bir süzülüşle girdikleri fabrikanın diğer ucundan jilet olarak çıkan emektar gemilerle ortak bir kaderleri var mıdır katanaların bilmiyorum ama varsa bile e o zaman da artık jiletsindir. yine malzeme belli. ama efendim insan öyle mi?

insanoğlu için 'bir' şey olmak imkansız ve beraberinde 'o şey' kalmak da hayal. oysa bunu birbirimizden beklemekte mahsur görmüyoruz. birine 'bir şey' adı veriyoruz ve sonra kafamızdaki 'o şey'e yakışmayacak(!) şekilde davrandığında, göğüs üzerinde birleşmiş kaşı kalkık kollarla 'nıck nıck nıck'...

diyelim ki birine dürüst dedik. kafamızdaki dürüstlük kategorisinin dışına çıkacak bir davranış sergiledi mi fakir, haydi bakalım sahtekar oluyor. insan bir şeyden, o şeyin tam tersine nasıl dönüşür düşüneduralım, o her bir şeyin, her bir insan evladının o güzel zihninde farklı sınırlara göre kategorize edildiğine mi yanarsınız, yoksa yönünüzü çizmeniz için o cânım beyindeki elektriksel aktivite dışında bir yol haritanız olmadığına mı?

övgü mahiyetindeki etiketler mesela, çok şaşırtmacalı bir düzende işliyor. 'yardımsever' dediyse size biri bir vakit, siz de gülümseyerek göğsünüzdeki rozetlerin arasına iliştirdiyseniz bu etiketi, sizden bir talepte bulunduğunda reddetmeniz veyahut tereddüde yeltenmeniz büyük kepazelik. tıpkı, sipariş etmediğiniz halde gelen tatlıyı afiyetle mideye indirdikten sonra hesaba eklendiğini görünce gık demeye hakkınız olmadığı, garsonun 'yerken iyiydi ama' mealindeki bakışları altında hesabı paşa paşa ödediğiniz gibi, göğsünüzdeki rözeti etinize batıra batıra yardımsever biri oluveriyorsunuz. ben derim ki, sipariş etmediğiniz tatlıları yemeyin. canınız çekti ve yediyseniz ödeyin o zaman. yerken-iyiydi-ama-bakışlı- garson haklı.

bu şu demek; 'ay sen çok yardımsever bir insansın cicim'leri 'ahım, öhüm, hihim, biz ailecek böyle yetiştik efenim, benim paşa dedem de pek kalender meşrepti ki bunun konuyla ilgisi yok. demem o ki bizde yardımseverlik genetik. ehim, öhüm.'le cevaplarsanız oltayı yuttunuz, artık o kişiye bir 'yardım sevme' borçlusunuz. 'yok efenim, kim olsa yapardı. hem inanır mısınız, bazen canımın hiç istemediği de oluyor, bakmayın bugün öyle içimden geldi.' derseniz, bir umut yırtma ihtimaliniz var.

bu yardımı sevmeyelim, kimseye gram iyiliğimiz dokunmasın da demek değil ayrıca. mümkünse seveceğim yardımları kendim seçmek istiyorum hepsi o. demoklesin kılıcı gibi başımın üstünde sallanan geçmiş övgüler listesi ya da etiketler güdümünde sürüklendiğim iyiliklere gıcığım var.

bugün, burada, hepinizin huzurunda, bana yapıştırılmış bütün etiketleri reddediyorum. 'bir' şey olmayı başaramayacak kadar fazla 'şey'im. binaenaleyh, çok pis hayal kırıklığına uğratırım. sonra;

senden bunu hiç beklemezdim dersiniz,
'insan beklentiler listesini güncel tutmalı değil mi mirim, orjinal miydi seninki, netten direkt update yapabiliyor musun' derim.

bunu sana yakıştıramadım dersiniz,
'diymi diymi... indirime girince kaçırmayayım dedim ama rengi açmadı diymi', derim.

seni hiç tanımamışım ben
dersiniz,
'herkes bir hamlede başaramıyor, yılma, tekrar dene', derim.

velhasıl-ı kelâm, zihnimizin dolambaçlı yollarına düşmeyelim, birbirimizi üzmeyelim.

23 Haziran 2009 Salı

geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

depresif insan kişisi için günün çok pis bir anı vardır. beden artık uykuda değilken ama tam da uyanmamışken, bilincin kapalıdan açığa geçmekte olduğu o anlık zaman dilimleri... üzerinde sallanmakta olan demirden külçeyi/duygu durumunu fark eder ama sebebini çıkartamaz bir an. 'canım çok sıkkın benim ama ne oldu ki böyle hissetmeme sebep olacak' derken, dibinde yatmakta olduğu asansör boşluğu, halatı oluşturan çelik liflerin bir bir kopuşuyla yankılanır. üzerine düşmekte olan otisi seyrederken, insan birden, hatırlayıverir gerekçelerini.

full depresyon geçerken bir günün içinden, bir nevi gardı yerindedir insanın. yer ile yeksandır ve gidebileceği daha dip ve korkulacak daha kötü bir şey kalmaz. bilincin ne olup bittiğini tam idrak edemediği o geçiş anları ise, berbat anlardır. "bana ne oldu" diyerek yerden yükselmekteyken ezerler insanı. gard da yerde, umut da...

elisha graves otis'in mekanı cennet...

18 Haziran 2009 Perşembe

See! It is still me.

aslında sadece alıntı ama kederli ve gerçek bir yüzü var bu cümlelerin. üzerinde düşünmek üzere kendime not;
...

For a moment I wondered if we had all become cartoons of ourselves, completely figured out by everyone else.

Was that what adulthood was? Being a sad reminder of what we were before?

Did we really spend our teenage years desperately wanting to figure out who we were? Making a statement of who we were definitely not (if the former endeavor proved too complicated)? Trying to be what we were not, proving that we could be cool and collected and comfortable in our skin?

All just for adulthood to be a pilgrimage back to find who we were in the first place?

Was it there where we were heading?

Was adulthood just desperately holding on to our former selves, trying to say: ‘See? It is still me: I’m not my job, my husband/wife, my kids, my politics, my beliefs, the toothpaste brand I buy over and over at the supermarket’?


...

14 Haziran 2009 Pazar

sınırlar


dirseklerim dizlerime yaslı, yüzüm avuçlarımda öylece dururken, içimin seslerinin 'sınır'lı cümleleri dikkatimi çekti. bazen, biraz belirlemem lazım sınırlarımı cicim, bazen de, ay öyle sınır mınır daral geldi, esnek olmalı insan biraz şekerim diyen, kendi kendiyle çelişen ancak sınırlara takmışlığında istikrarlı iç seslerimi dinledim ses etmeden. hangi ara buraya takıldım, bu da 2009 modası diyordum ki, dank etti.

dedim ki kendime; ben bir hükümdar olsam, bileyim isterim neler olup bitmekte ülkemin sınırlarında. bileyim isterim ancak hükümdarlığım sınırları değil, sınırların arasını yönetmişliğimden alır manasını. uçsuz bucaksız ovalarım varsa benim, toprağım üstünde at koştururken, yüzümü sarmışken rüzgarın saçlarına, sınırların derdi aklıma düşmez. lakin, üç kulaçsa ülkemin eni boyu, adım atsan sınırlarla burun buruna...

anladım ki; mesele sınırları oluşturan çizgiler değil, o çizgilerle çepeçevre kuşatılan alanlar aslında. yiğitsen toprağını genişlet. şimdi, bilincimin o bana belli etmeden yuvarlak masalı beyin fırtınaları kopartan bölümü işlemekte, insan toprağı nasıl genişler acep?

1 Haziran 2009 Pazartesi

falling slowly


hayatta bazı anlar vardır, sıradandır. günün öylesine bir noktasında gelir. geçer. ama o kadar kolay değil.

muhattabınızla ilgilidir konuştuğunuz konu. o anlatır, siz dinlersiniz. anlamaya çalışırsınız. bildiğiniz destek olma biçimleri sıralarsınız zihninizde. aralarından seçersiniz. usul usul daha iyi hissetmeye başlar. gözlerindeki uzak bakışlar zamana ve mekana dönüş yapmaktadır. döner size beklemediğiniz bir anda ve sorar;
peki sen hayatınla ilgili ne düşünüyorsun canım benim?
bir sessizlik dolar kulaklarınıza. şehir meydanındaki yaya trafiği yavaşlar, başlar belirsizce olduğunuz yöne eğik. kendi etrafında dönen bir rüzgar uğultusu sarar gök boşluğunu. cevap; hayatımla ilgili düşünmüyorum'dur.
düşünmeye başladığımda o kadar çok korkuyorum ki, düşünecek bir şey yokmuş gibi davranıyorum. düşünmeye başlarsam olmasına izin veririm, olmasına izin verirsem de en kötüsü gelip benim olur diye korkuyorum ve alakasız bir konunun beklenmedik bir yerinde taşlar aleyhime dönünceye kadar da bunu gayet iyi başarıyorum.
bu veremeyeceğiniz cevaptır. kendinize bile. verebileceğiniz versiyon ise sorulmamış bir sorunun muhattabıdır ve sorulmamış soruların muhattabı cevaplar bile bir soru karşısında boşluğa bakmaktan daha iyi bir izlenim yaratır;
mutluyum ben.
mutlu musun denmemiştir. mutsuzsun, hiç denmemiştir. bir hı-hım alırsınız karşılığında.

şehrin trafiği akmaya başlar. boşlukta dönen rüzgârın uğultusu, meydanların yeniden hızlanmış ayak sesleri arasında duyulmaz olur. konu, muhattabınız tarafından bir önceki istikametine doğru sürüklenirken, odanın ortasına soluduğunuz kelimeler gittikçe daha savunmacı gelen bir yankıyla yinelenir kulaklarınızda.

mutluyum ben
.

kadınlar, kadınlar, dağlara doğru...

kadınlar seyrediyorum, yıkılmış, virân kadınlar... tutulmamış sözlerden ibaret buketler taşıyorlar ellerinde. gözlerine bakarak sonsuza dek sözünü veren adamların sonsuzlarının ne kadar da kısa sürdüğüne şaşıran, aldatılmış kadınlar... kendilerini sorgulamaya başlıyorlar. bir suçlu aramaya, bir sebep bulmaya ve onu ortadan kaldırmaya çalışıyorlar... öfkeleniyorlar. kırıyorlar. kırmak istemiyor, engel olamıyor, kendileri kalamıyor, parçalıyorlar. sen benim kal ama ben başkasının olayım diyen adamlar, ne istediklerini bilmeden yeni vaatler seriyorlar kadınların ayaklarına, hata yaptım, gitme, dayanamam... bundan böyle, sen nasıl istersen öyle... içlerindeki öfkeyle halleşemiyor kadınlar. sınırları deniyorlar. neredeydin, yine mi gittin, zaten beni hiç sevmedin. 3 kez cevap veriyor sen ne dersen o adamlar, 5 kez... sonra, özür diledim ya... huzur ver!

insanların vermediklerini almayı beklemesi ne zamandır adet?
dikmediği ağaçtan meyve bekleme ahmaklığı hangi kabilede gelenek?

biraz önce karşımda oturan çocuk-adam bir hikaye kahramanı olsaydı, yazar onu yağız delikanlı diye yazardı. "Kuzgun siyah saçları, bir yere uzun süre sabitlese ses getirecek bakışları, uzun ince bir bedeni vardı. Özenmekse adı, özenmiş Yaradan..."

gözlerini kucağına indirip oturdu. ne karısının gözlerine, ne benim gözlerime, ne de ne yaptığını bilen herhangi birinin gözlerine bakacak hali yokmuş gibi... gözleri ellerinde... oturdu. oysa karısı biliyordu, ben biliyordum, kendisi biliyordu; bir daha yapacaktı. 4 yıllık birliktelikte, vakti geldikçe yaptığı gibi... 1 yıllık evlilikte, vakti geldikçe yaptığı gibi... 3 aylık babalıkta, vakti geldikçe yaptığı gibi... Ahmet'e gidiyorum deyip O'na gidecekti. Ali'yle buluşacağım deyip, O'na gidecekti. Mesaiye kalıyorum deyip O'na gidecekti. adam ne dese kadının inanmaması, nereye gitse O'na gitti sanması bundandı. bugün değilse bir gün... şimdi değilse bir zaman... gidecekti. kadın biliyordu. ben biliyordum. adam biliyordu.

21 yılda kaç kere yıkılabilir insan? kaç kere kendini kandırıp kaç kere bu kez sona inanabilir? kaç yerinde kurşun yarası varken devam edebilir atmaya insan kalbi? kaç yerinden delinirse batar gemi?

aldatılma girince bir ilişkiye, o ilişki tamamen dönüşüyor, kişiler dönüşüyor... birlikte olmaya karar verdikleri o kişi olarak kalamıyorlar birbirlerinin gözünde. başka iki kişi olarak o aynı ilişkiyi sürdürmek de mümkün olmuyor.

beğenmeyen inebilir bu gemiden? sandığı gibi değildir, başka bir gemide gözü kalmıştır, gider... ama bu gemiyi delmeden... yelken iplerini kesmeden... dinamitleri ateşlemeden... ki, çizilebilecek bir rota kalsın geride.

24 Mayıs 2009 Pazar

O'na de ki

Bazen bizim yerimize yazıyor yazanlar... Diyecek söz kalmıyor.
Diyecek söz bitmez ya, yürek yetmiyor.




O’na de ki;


Giderken beni de beraberinde götürdü. Ondan geriye kalanları da ben kaldırdım.

Mektupları kutuların içine bıraktım. Resimler diğerlerine ait resimlerin hemen yanında duruyor. Şiir pek yazmamıştı zaten... Ama nafile, Ondan henüz kurtulamadım. Yazdıkları yalnızca bir kağıt parçasının üzerinde olsa da, okuduğumda sesi kulaklarımda yankılanıyor. Resimlerine ne zaman baksam göz kapakları kımıldıyor. Evde dolaşırken ayaklarıma anılar dolanıyor. Gülümsemesi duvarlara asılı resimlerin üzerine takılmış kalmış. Ne kadar uğraşsam çıkmıyor. Mavi koltukta hala sıcaklığı duruyor ve kimi zaman bir alelade tişört henüz onun kokusunu atamamışken elime geliveriyor. İşte o an deliriyorum. Panik içinde kendimi dipsiz bir kuyunun içinde çırpınırken buluyorum. Duvarlar üzerime geliyor, Mavi koltuk beni içine çekiyor ve alelade bir tişört boğazıma düğüm üstüne düğüm atıyor.


Dışarısı, içeriden farksız... Yalnız da değilim üstelik. Koca bir yaz, bana eşlik etti. Ben ne kadar ağladıysam, o kadar da yağmur yağdı. Güneş saygı ile bulutların arkasında kaldı.


Şimdi, yani o yokken hayat gözüme batıyor. Ne güneşli günler, ne ihtiraslı insanlar, ne de ulvi amaçlar umurumda. Bir ben varım. Milyarlarca insan bir yana, ben hemen şuraya yalnızlar bulvarının köşe başına... Nükleer bir savaşın ardından yapayalnız kalmış gibiyim dünyada Üstelik de onsuz... Yani eskisinden daha güçsüz... Yani daha kırılgan, yani daha anlamsız…


Koca bir çukur, dolmayı bekliyor. Anlar ve anılar o çukurun mezar taşları gibi başımda dikiliyor.



biz


O’na de ki;


Biz onunla bembeyaz yağan bir kar altında gece yarısı yürüyüşlerinde üşümeyen ayak izleriydik. Yeşilliklere bakan bir pencerenin gerisiydik. Bir fenerin beklediği kumsalda güneşe yüzünü veren çakıl taşlarıydık. Bir otel odasında umulmadık bir anda karşılaşmış sürgünde yorgunluktan uyuyakalan iki bedendik. Aynı marka iki araba gibiydik. Kara kaplı beyaz sayfalı bir defterde kâğıt ile kalemin arasına giren bir yalnızlık şiiriydik. Altın sarısı, maviliklerdik. Kahverengi derinliklerdik... O zamanlar adı artık pek de lazım olmayan, anılması yasaklanan bir esintiydik... O bir gözyaşıydı, başladı mı bir daha durdurulamayan. Ben bir umuttum, nereye gittiği bilinmeyen buharlı bir tirenin son vagonuna tutunan.


Biz Onunla diğerlerinden farklı gibiydik.


Şimdi o yokken benim önümde kaçak, yaşanmamış bir yaz duruyor. Ve yazın en uzun günü, benim gözüme uyku kaçıyor. Sonra resmi törenler başlıyor. Düş kaçkınları, yağmur suçluları, güneş vurgunları, dost acıları ve bir insanın en anlatılamayacak, en utandığı, canını en çok acıttığı duyguları... Yani hayat, önümden geçerken saygıda kusur etmiyor. Biz olmasak da, şimdilik “zaman” benimle idare ediyor...



gece


O’na de ki;


Geceleri uyumuyorum artık. Ağustos böcekleri refakatinde dalıyorum sessizliklere. Anlayacağı en yakın dostum sabahlara uzanan bir zırıltı ya da kulaklarımda hala çınlayan “seni seviyorum” yüklü fısıltısı... Onlar anlatıyor ben hep dinliyorum. Sustuklarında onu dinliyorum. Yeryüzünü o’nu düşündüğüm anlar aydınlatıyor ve üzerimde çoğu zaman hüzünlü bir ay parlıyor. Benim kadar içi kararmasa da, Ay da “yalnız” benim kadar. Büyük şehirlerin yalnızlarına ay refakat ediyor. Şehrin bütün ışıkları onlar yüzünden hiçbir zaman sönmüyor. Ayın şavkı okşuyor uykusuz yalnız insanların şehrinde hasret çeken yürekleri. O anlarda büyük şehirlerin gece bekçileri, bir kadının göz kapaklarında dikilip aşağıya, sonsuz bir uçuruma bakarken buluyorlar kendilerini. Eskisi gibi tereddütleri yok. Bırakıveriyorlar boşluğa anlamsız bedenlerini, düşünmeden geride bekleyenlerini.


Sokakta yürürken rastlantılar karşı kaşıya getirirse onunla seni... Ve şayet yanında yoksa biri. Durdur onu ve ona yavaş sesle fısılda söyleyeceklerimi...


Gecelerin çok uzun olduğunu anladım ve şafak vakti o uyanırken ben daha yeni uykuya daldım. O vakitler hayatın sınırları. Ve sınır boyu mayın tarlalarının yerini tehlikeli sessizlikler alırdı. Birbirine ulaşamayan yürekler kendilerini geceleri bitmesini istemedikleri uykulara vuruyor. O’nun dâhil olmadığı bir hayatı yaşamak, artık pek de anlamlı gelmiyor...



yalnızım


O’na de ki;


Ben… Yalnız başıma… Yetmiyormuşum meğerse bana.


Anlayacağı, bir yön gerekiyor. / Masanın üzerinde duran yapayalnız bir pusula, / Rotasız yolculukları çizmeye yetmiyor.


Yalnızlık özgürlük ise, benim için hapis zamanı geldi geçiyor. Ne garip, insan bazen iki kişiyken de kendini çok yalnız hissedebiliyor. Oysa ben, Erhan Bener romanlarından fırlatılmış “tekil bir kahraman” gibi yaşıyordum onunla yalnızlığı. Şimdi yalnızken aynalara bakamıyorum. O varken ondan kaçıyordum, yanımda yokken sokaklarda başımı kaldırmıyorum. İtiraf etmesi oldukça zor ama çoğu zaman yalnızlığımı sevdiğim kadar, utanıyorum.


Varlığında kaçtığım yalnızlığıma, bugün sığınıyorum.



şiyir


O’na de ki;


Kara kaplı bir deftere bir kaç satır yazmadan uykuya dalamıyorum. Gizli bir bahçeden yükselen viyolonsel ve piyano eşliğinde ise aynı kelimeleri farklı beyaz sayfalara her gece, her gece, bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha yazıyorum;


Ona / “seni seviyorum” demek isterdim. / Sesinin üzerine ağlamak / Ve konuşmadan onu anlamak... Bir hasret mektubu gibi gözlerine sığınmak isterdim. /Onu kucaklamak / Bağrıma basmak, öpmek, koklamak... O’na de ki O eğer o olmasaydı,/ uğruna ölebilirdim. O, o olsaydı ,/ Orada / Yanı başımda dursaydı / cennetleri cehennem / Sebepleri neden yapabilirdim. Keşke şurada tekrar bulabilsem onu / Bıraktığım gibi... / Küçük bir gülümseme / Ve bir kaç damla gözyaşı ile... O’nu sevebilirdim.



ben iyiyim


O’na de ki;


Duydum. herşeyi duydum... Şimdi bana onu anlatıyorlar. Sanki başka bir insandan bahsediyorlar. Ben mi büyük anlamlar yükleyerek tam(am)lamışım O’nu... Öyleyse ne kadar yanılmışım. Yaratırken bir masal prensesini çocuksu düşlerimde, kendimi ne kadar iyi kandırmışım. Duyduklarım kara harflerle yazılacak masumiyet tarihine. Kirletilmiş bir sayfaya, kalın uçlu simsiyah kalemlerle... Bir Atilla İlhan şiiri gibi yazılanları yalnızca yaşayanlar anlayacak. Şiirlerde bana, yalnızca O anlatılacak. Biliyorum bir gün kendisinin anlatıldığı şiirlere rastladığında yazılanları anlamayacak. Zira tiren çoktan uzaklaşmış olacak. Hayatın karanlık bir ara istasyonunda yapayalnız kalanlar unutulmaya mahkûm olacak.


O’na sor bakalım; En çok ne eksik kaldı, biliyor mu ?Gerçi ben bilmesini beklemiyorum. Beni anlamasını beklemediğim gibi. Benimki geç kalmış bir veda ya da yanlış anlaşılmış bir aşka bir türlü konulamayan nokta, nokta, nokta.


O’nun için denk gelirse eğer, iki lafın arasına sıkıştırıver söyleyeceklerimi.


“Bana pişman olacak kadar bile zaman tanımadı.”


Oysa her insan geriye dönüp baktığında “Acaba?” sorusunu sormak ister... Hata yapıp yapmadığını ufak bir zaman aralığında tartışmak gereğini hisseder... İçinden çıkamadığı durumlarla karşılaştığı anlarda bir süre için “kaçma hakkını” kullanmak için beyaz yalanlar söyler... Ben bunların hiçbirini yapamadım. Yapacak zaman bulamadım. Belki bu yüzden bugün ben yalnızca “iyi olmuş” diyebiliyorum. Yanılmadığımı, hata yapmadığımı düşünebiliyorum. Beni en çok işte bu yaralıyor. Bu kadar haklı çıkmak insana pişman olma fırsatını tanımıyor. İnsan pişman olamayınca da “bi daha” diyemiyor. Ayrılık, ( “zamansız” olunca ) tüm ağırlığını omuz başına bırakıyor.


Ve o orada durduğu sürece ben bir daha hiç bir zaman benzer ağırlıkları kaldırmayı göze almayacağım. Ortalama aşklara bir kez aldandım, bir daha aldanmayacağım.


Yanlış anlamasın sakın. İstese de, istesem de, istesek de hiçbir zaman geri dönmeyeceğim. Niyetim af dilemek değil, af etmek hiç değil...


Benimkisi eski bir dost’tan bir “hayat mahkumunun” son istekleri, o kadar…


Onun sesini duymak istemiyorum, bir daha telefon etmeyeceğim. Yüzünü zaten görmeyeceğim. Bitip gidenlerin ardından artık ben de üzülemeyeceğim.


Gelsin bende kalan son parçasını, çantasını alsın, sırtındaki bavuluna yüklediği yalan hayatlarla uzaklara kaçsın.


O’na deki;


Ben o’nu düşlerimde yaşatacağım. Sessizliğimde avaz avaz adını bağıracağım. Yıllar sonra bir gün karşılaştığımızda uzun uzun yüzüne bakarken utanmayacağım. İzlerini taşıyan mezar taşı, başköşemde duruyor. Ama ayrılmak her zaman unutmak anlamına da gelmiyor. Gözlerim hala gözlerine değiyor, ellerim havada boşluğu uzanan umutları yakalıyor. Mutlu değildim, mutlu değilim, olmayacağım. Merak etmesin, tersini düşünüp, kendini üzmesin. O mutlu ise tebrik ederim. Mutluluğunun devamını dilerim. Ama şunu da bilmesini isterim;


Bir gün bir uyku arasında rastlarsam ona, düşlerimde kendimi tutmayacağım.


O’nu o kadar çok özledim ki


Sarıldığımda ağlayacağım


O’nun, o güzel kalbini okşayacağım.


(Cü’n...)





Cüneyt Özdemir

kanlıca 10 eylül 97